İngiltere Kralı Bana Aşık

 




Ey deliliğe düşenlere yol gösteren, deliliğimi arttır!

2019

Osman rahmetli dedesinin yatağında oturmuş, yalnızlığın ve hüznün sindiği eşyaları izliyordu. Ailesiyle beraber Almanya'dan Türkiye'ye dönmesinin üzerinden yalnızca bir hafta geçmişti. Dedesinin vefat haberini aldığında hiçbir şey hissetmemişti. Ne ki yaşlı adamı en son altı yaşındayken görmüştü. Simasını hayal meyal hatırlıyordu. Yüreğinde üzüntü yerine sadece sığ bir boşluk vardı. Belki biraz da merak.

Ahşap dolabın üzerindeki sıralı çerçevelerin önünde durdu. Tanık olmadığı hatta ona yabancılık hissi veren geçmiş yıllar cisimleşmişti o an. Beyaz subay üniforması içindeki yakışıklı adamı dikkatle inceledi. Tıraşlı yüzü, gururlu çehresi ve yapılı vücuduyla tamamen sağlıklı görünüyordu. Kim inanırdı ki öldüğüne? Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi diri bakıyordu dedesinin gözleri.

Gencin en çok dikkatini çeken şey ise kapalı ve perdeyle örtülü bir pencerenin fotoğrafıydı. Kadrajın sağ üst kısmına boynunu kuğu gibi bükmüş yeşil yapraklı bir dal girmişti. Camın saydam yüzeyinde arkadaki diğer ağaçların yansıması vardı. Rahmetli dedesi niçin böyle bir resmi baş köşeye koymuştu ki? Çerçeveyi alıp gerisingeri yatağa oturdu, biraz kurcaladı. En sonunda fotoğrafı çıkarmaya karar verdi. Resmin arkasında el yazısıyla yazılmış ve muhtemelen dedesinin elinden çıkmış notu gördüğünde Osman içten içe böyle bir şeyi beklediğini kendisine itiraf etti. Odaya girmekteki amacı da bu değil miydi zaten? Yaşarken büsbütün yabancı kaldığı ve yakın bir ilişki kuramadığı yaşlı adamı biraz olsun tanımak istemişti.

Meryem... Sen haklıydın. Deniz çoktan kurumuştu. Gördüğümüz şey yalnızca susuzluğumuzdan kaynaklanan bir seraptı. Çiçekler artık açmayacaktı. Ve en önemlisi; İngiltere kralı sana aşıktı.

Kimdi Meryem? Babaannesinin ismi farklıydı. Ayrıca akrabalar arasında böyle bir adı anımsamıyordu. Gerçi akraba ilişkileri iyice kopuktu. Sülalede tanımadığı o kadar çok insan vardı ki pekâlâ onlardan biri olabilirdi. Nedendir bilinmez meseleyi açığa kavuşturmak istiyordu. Cenazede bile kargaşa çıkaran babasına hiçbir şey soramayacağı kesindi. Diğer akrabaların dediklerine bakılırsa amcasının da babasından farkı yoktu. Miras konusunda iki kardeşin arasında huzursuzluk çıkmıştı. Esasında hiçbir zaman birbiriyle anlaşamamışlardı. Doğruya doğru Osman bu yaşına kadar babasının ağzından amcasına dair tek bir güzel söz işitmemişti.

Kapı yavaşça aralandı. "Ne yapıyorsun orada?" diye sordu annesi.

İrkildi Osman. Resmi hemen arkasında sakladı. "Hiç... Dedemi düşünüyorum," dedi. Yanlış bir şey yaparken ailesine yakalanmış küçük çocuklar gibi hissediyordu.

"Amcanın uçağı akşama doğru inecekmiş. Babanın keçi inadını bilirsin, onları karşılamaya yanaşmıyor. Sakın bizim huysuz adama uyup da amcana karşı bir saygısızlıkta bulunma tamam mı oğlum? Kuzenlerine soğuk davranma. Siz akrabasınız aynı kandansınız. Kötü gününde insanın ancak ailesi yanında olur."

"Merak etme anne, kuzenlerimle ara sıra mesajlaşıyorum. Onlarla aram sandığın kadar kötü değil."

Taziye evinin işlerini omuzlayan emektar kadın yorgun ve uykusuzdu. Oğlunun yokluğunu fark edince odaları tek tek gezmişti. Osman'ı akşam için bir kez daha uyardıktan sonra onu rahmetlinin odasında yalnız bırakıp mutfağa geri döndü. Yapılacak dünya kadar iş vardı. Evin en büyük gelini olduğu için bütün sorumluluk merhametli kadının omuzlarına yüklenmişti.

2010

Perdeyi sakince araladı, kalabalık sokağa aksi bakışlar attı. Yine bir mahalle düğünü. İyi ki pencereler yalıtımlıydı da gürültüyü en düşük düzeyde geçiriyordu. Emekli subay dairesinde tek başına yaşıyordu. İki oğlu da evlendikten sonra uzağa göçmüştü. Şimdi biri İsveç'te öbürü ise Almanya'da idi. Memleketlerine bayramda dahi uğramıyorlardı. Aile bağları arasındaki kopuş birkaç dönüm arazinin paylaşılamaması sebebiyleydi. "Hayırlı evlat," derdi rahmetli babası, "dünyada nur cennette sürurdur. Allah kötüsüyle imtihan etmesin."

Banyoya sürdü adımlarını. Gençken uzun boylu, yapılı biriydi. Cemiyette nice dostları vardı. Kahvehanelerin önünden geçti mi bütün ahali ayağa kalkardı. Heyhat şimdi saçları ağarmış, beli bükülmüştü. Ömrünün kış mevsimini yaşıyordu bahriye subayı. Soğuk, sessiz ve yalnız... Yapayalnızdı. Ne eşi kalmıştı yanında ne de dostu. Aynadaki ihtiyar yansımasını inceledi. Bakışlarını şişmiş gözaltı torbalarında, sarkık yanaklarında ve kırış kırış teninde gezdirdi. Uzamış sakallarını sıvazlarken bugün berbere gitmeye karar verdi.

Abdest aldıktan sonra oturma odasına geçti. Muhabbet kuşlarıyla sohbet etmeyi seviyordu. Cuma vaktine yaklaşık kırk dakika kalmışken yeşil tüylü dostlarıyla biraz dertleşti. Yemlerini ve sularını değiştirdi. Ağzını misvaklarken duvardaki siyah beyaz resimlere göz gezdirmeden edemedi. Rahmetli dedesi Osmanlı zamanında Şam eyaletinde paşaydı. Ey gidi koca Abdullah Fethi Paşa! Derlerdi ki o yürüyünce yer sarsılır, İngiliz askerleri karşısında tir tir titrerdi. Karanlık ve aydınlık günler geçti insanlığın üzerinden. Ortadoğu'nun bereketli toprakları yangın yeriydi şimdi.

Delikanlılık zamanlarında çok sevdiği yanık bir türküyü mırıldanarak ayaklandı. Vestiyerden kabanını alırken dışarıdan gelen gürültüye pek şaşırmamıştı. Karşı dairedeki çift yine tartışıyordu. Lakin bu kez münakaşa çok çirkindi. Hayat ne garip, diye iç geçirdi Fevzi Bey. Bir kulağında neşeli çalgı sesi öbür kulağında sevgi ve saygının tükendiği bir evliliğin kalp kırıcı sözleri. Kimisi iki sokak ötede yeni hayatlarına adım atarken kimisi de apartmanın soğuk ve yankılı duvarları arasında ilelebet yollarını ayırıyordu.

Kavgaya dahil olmayı tercih etmemişti. Ayakkabılarını içeride giyip başını eğerek dışarı çıktı, kapıyı arkasından kilitledi. Komşuları onu görünce edeben birkaç saniyeliğine susmuştu. Ancak merdivenleri indiğinde aynı nahoş bağırtıları tekrar işitti. Mahallenin eski camisine varana dek minarelerden ezan sesleri yükselmiş, ilahi çağrı öğle sıcağıyla beraber telaşlı şehrin semasında gezinmişti. Yaşlı adam cemaate katılırken hemhal olduğu üç beş esnafa selam verdi, hal hatır sordu. Ne ki Müslümanların bayramıydı bugün. Cuma namazından çıktıktan sonra yolda üst komşusunun oğluyla karşılaştı. Dürüst ve yakışıklı bir delikanlıydı Haşim. Hukuk talebesiydi. Bütün mahalle onu Mahsun Kırmızıgül'e benzetirdi.

İstanbul'un uslanmaz fakat yakın bir dost kadar samimi rüzgârı Fevzi Bey'le konuştu. Ona eskilerden bahsetti. En çok da Meryem'den. Şişli'ye giden otobüse bindi emekli subay. Yıllar önce kapatılmış akıl hastanesini ziyaret etmekti amacı. Ah metruk harabe! Binanın kötü koşulları ve hizmetin yetersizliği sebebiyle boşaltılmıştı.

Yetmiş altıda sanatoryumda yattığı dokuz aylık süreç adamı çok değiştirmişti. Kilitli camın ardındaki kadının hayali geldi gözlerinin önüne. Hatıralarındaki solgun yüz, güneşin kamaştırdığı uzun siyah saçlar hâlâ capcanlı bir şekilde hafızasında konaklıyordu. İhtiyarlık bile unutturamamıştı o simayı.

1976

En güzel yıllarının hastane koğuşlarında geçeceğini hiç düşünmezdi. Uzun ömürlü planları altüst olmuştu. Bereket ki o zor zamanları atlatmıştı. Esasen genç subayın sıhhatinde ciddi bir düzelme vardı. Nekahet dönemindeydi şimdi.

İnsanlar düşünmezdi ki şerler beraberinde hayırları da getirirdi. Geçirdiği hastalıktan sonra karakteri mütemadiyen değişmişti. Yerinde duramayan ve burnunun dikine giden toy delikanlı artık mazide kalmıştı. Halim selim bir ihtiyar gibi hissediyordu. Ne ki ruhunu yaşlandırmıştı verem. Bahçede saatlerce oturduğu olurdu. Uyku kürleri için balkonda uzandığı vakitler deniz manzarasını temaşa etmekten ve tefekküre dalmaktan başka da bir şey yapmazdı. Ara sıra hemşireler gelip gider, hastaları yoklarlardı.

Heybeliada'daki sanatoryuma yatmayı verem savaş dispanserindeki hekim arkadaşı salık vermişti. Samim'le ilkokuldan beri arkadaştılar. Akciğer filmlerini o çekmişti. Kan tahlilleri yapılmış, ayrıca balgamından örnek alınmıştı. Tüberküloz tanısını koyan kişi bittabi Samim idi. Bu ince hastalık ırsi miydi bilmiyordu lakin dayısı geçen sene veremden ölmüştü. Ah sıra şimdi bana geldi, diye düşünürken sıhhatindeki olumlu yönde ilerlemeler bütün ailesini sevindirmişti.

Öğle yemeğini yarım saat evvel yemişti Fevzi Bey. Son bir yılda çok kilo vermişti. Heybetini yitirdiğinden beri aynalara bakmaktan kaçınıyordu. Solgun, ince tenini sevdiği söylenemezdi. Ormanı andıran sanatoryum bahçesinde yürüyüş yapmaya karar verdi. Hava pirüpak idi. Denize çevirdi yüzünü. Gökyüzüne Marmara'nın maviliği yansımıştı. Ordudan bir arkadaşı aynı hastalık sebebiyle ta Alp Dağları'na çıkmıştı. Son mektubunda yazdıklarına bakılırsa aydın çevreden pek çok ahbap edinmişti. Entelijansiyanın rağbet ettiği Davos'ta günler daha şen geçiyor olsa gerekti.

Bahçenin kuytularına doğru ilerlediğinden habersizdi Fevzi Bey. Zira kafatasındaki düşünce deryasına epey dalmıştı. Apansızın sağ cenahında sesler işitti. Merakını celbetmişti bu tıngırtılar. Çalıların teşkil ettiği yüksek engeli aşıp binanın arka cephesini daha iyi görmeye çalıştı. Yer seviyesinde bir pencereyle karşılaştı. Camın tahta çerçevesi art arda tıngırdadı ve bir kadın silueti göründü camın ötesinde. Biraz geriledi adam, sonra konumunu değiştirip duvara yaslandı. Hastanedeki çalışkan hekimlerden olan Eşref Bey'in sesini duyduğunda gizli ve temkinli adımlarla uzaklaştı oradan. Yanlış bir intibaya sebebiyet vermek istemiyordu.

Sonraki günlerde bahçedeki bu kuytu yeri ziyaret etmeye devam etti. Tecessüsüne yenik düşmüştü genç subay. Aynı kirli pencerede sık sık ela gözlü esmer kadını görüyordu. Hanımefendi pencereyi açmak için çaba harcıyor, kulpu zorluyor fakat muradına eremiyordu. Pencere kilitliydi. Zavallı kadın o çaresiz haliyle zindana kapatılmış bir mahkûmu andırıyordu. Eşref Bey'in hastasıydı muhtemelen. Hekimin bu odayı sık sık ziyaret ettiğine şahit olmuştu. Genç hanım bulaşıcı bir hastalığa yakalandığından karantinaya alınmıştı belki de.

...

Göğüs hastalıkları uzmanı Eşref Bey, şehirde birtakım yazı işlerini halletmek üzere dün akşam adadan ayrılmıştı. Ayrıca bazı hemşireler izne çıkmış, kimi teknisyen de bu sıcak havalarda küçük bir tatili hak ettiklerini düşünerek grup halinde sahile inmişlerdi. Fevzi Bey hastanenin üzerine çökmüş tenhalıktan yararlanıp aşağı indi. Gür ağaçların arasında yürüyüş yapmak için güzel bir fırsattı. Şansı yaver giderse belki çalıların örttüğü pencerede ela gözlü kadının bir bakışını yakalardı. Ne var ki amaçladığı mevkiye varmadan yürüyüşü kesildi. Beş on metre ilerde gökten bir şey düşmüştü toprağa. Bu… İnsan bedeniydi. Üstündeki tozları silkeleyerek ayağa kalkan hemşireyi şaşkınlıkla inceledi. Beyaz ve temiz üniformalı kadın dosdoğru ikinci kattan atlamıştı. Hayretle yaklaştı, iyi olup olmadığını sormaya niyetlenmişti. Bakışlarını çılgın hemşirenin yüzüne çevirince oracıkta tanıdı güzel simayı. Nasıl tanımazdı ki? Haftalardır aşinaydı o ela gözlere.

Lakin kadın oldukça tedirgindi. Çevresine kuşkulu bakışlar atarken Fevzi Bey'le göz göze gelmesi işten bile değildi. Genç harbiyeliyi görünce adamın gönlünü kıracak şekilde davrandı. Evet, çareyi kaçmakta bulmuştu. Arkasına bakmadan koşmaya başlamış, şimşek gibi uzaklaşmıştı. Başkası olsa kadıncağızın hapishaneden firar ettiği kanısına varırdı. Üstelik kılık değiştirerek gerçekleştirmişti eylemini. Hiç şüphesiz Eşref Bey'in yokluğundan yararlanmıştı. Hemen yakalanmamasını diledi adam. Kısa süreli özgürlüğünün tadını çıkarırdı umarım.

Pazar sabahı çok erken saatte uyanmış, bol sütlü kahvesini içtikten sonra balkona çıkmış ve dupduru deniz manzarasını seyre koyulmuştu. Kahvaltı vaktine yaklaşık bir saat vardı. Keza hafta sonu olduğundan etrafta pek kimseler yoktu. Kapı eşiğinden giren yumuşak adım sesleri dikkatini dağıttı. Kafasını arkaya çevirince onu gördü: küçük zindanından kaçmış esmer kadını. Bu kez hemşire üniforması yoktu üzerinde. Eşref Bey adaya döndüğünde kadını tekrar alt kattaki havasız, çirkin odaya kapatmıştı.

Samimiyetle gülümsedi misafiri ve "Hayırlı sabahlar beyefendi," diye selam verdi. İlerledi, kemikli elleriyle korkulukları tuttu. Parmakları ince ve uzundu. Fevzi Bey böyle zarif elleri en son Kadıköy'deki bir cerrahta görmüştü.

"İzninizle sizi uyarmak istiyorum. Deminden beri yanlış yöne bakıyorsunuz. Orada deniz yok," dedi kadın.

"Bir ihtimal Marmara'yı mı kastediyorsunuz?"

Başını salladı. "Deniz yıllar önce kurudu. İnsanlar neden bu gerçeği kabul etmekten kaçınıyor inanın anlamıyorum. Kimse denizi gözleriyle görmüyor oysa. Her şey beyin dedikleri organda gelişiyor. Ve sorarsanız herkes akıllı olduğunu düşünüyor ama ben ne onlara ne de yargılayıcı akıllarına güveniyorum." Neden sonra omuz silkti ve yüzünü genç adama döndü. Sırtını korkuluklara yaslarken sabah rüzgârı yaramaz bir çocuk gibi saçlarını okşuyordu.

Dilini yutmuş veyahut konuşmayı unutmuştu Fevzi Bey. Hayır katiyen çekingen bir insan değildi. Fakat şu anki haleti pek tuhaftı. Düğümlenen dili zar zor çözülürken en masum soru döküldü dudaklarından. "İsminiz nedir hanımefendi?"

"Meryem."

Kadını, adamdan kıskanan rüzgâr hiddetlendi ve kuvvetle esti. Ağaç dallarındaki yapraklar hışırdadı.

"Geçen gün sizden o şekilde kaçmam çok kaba bir davranıştı. Lütfen özrümü kabul edin Fevzi Bey. Şaşırmayın canım isminizi odama uğrayan hemşireden öğrendim. Biliyor musunuz hastanedeki bekar hanımlar çok fazla dedikodunuzu yapıyor. Ayrıca deniz subayı olduğunuzu da söylediler bana. Hemşiremden hiç hoşlanmıyorum zira kıymetli eşyalarımı çalıyor. Üstelik bunu fark etmediğimi sanarak her gün pişkince odama gelmeye devam ediyor, işini yarım yamalak yaparken küçümseyici gözlerini üzerime dikiyor. Bunlar hiç önemli değil aslında. Evet kesinlikle önemi yok. Bana başka bir konuda yardım etmelisiniz. Sonuçta askersiniz ve insanları korumakla vazifelisiniz," derken son sözlerine derinden inandığını mimikleriyle belli ediyordu.

Kendimi bile korumaktan acizim, diye içinden geçirdi genç adam. Fakat izzeti nefsinden ötürü bu düşüncesini dile getirmedi.

Sağa sola kuşkucu bakışlar attıktan sonra Fevzi Bey'e doğru birkaç adım ilerledi Meryem ve aralarındaki mesafeyi tüketti. "İngiltere kralı bana aşık," diye fısıldadı kulağına. "Peşimden koşup duruyor. Adamlarını hep çevremde görüyorum. Beni işaret edip kendi aralarında fısıldaşıyorlar. Rica ediyorum onları yakalayın. Hiç olmazsa saklanmama, buradan kaçmama yardım edin."

Veremli subay az evvelki gerginliğini bütünüyle yitirdi. Duyduklarını ziyadesiyle gülünç bulmuştu. Herhalde Meryem Hanım şu pazar sabahında oyun oynuyordu.

"Boşuna endişeleniyorsunuz. İngiltere kralının adada ne işi olsun?"

"Yanılıyorsunuz," diye sertçe karşı çıktı. "Aşık adam çölleri aşmayı dert etmez beyefendi. Korkmalısınız böyle insanlardan."

Fevzi Bey muzip bir tavırla kaşlarını kaldırdı. "Pek sevgili kralınızın ismi yoksa Mecnun mu?"

"Bana inanmıyorsunuz değil mi? Biraz sabredin. Beni takip eden gizli muhafızları görünce emin olun fikriniz değişecek."

"Burada ciğerleri hasta insanlardan başka kimse yok," derken ciddileşti genç adam. Belli ki Meryem Hanım hayatın gerçeklerinden kaçmaktan hoşlanıyor, hayal dünyasında yaşıyordu. Oysaki küçük bir kız çocuğu değildi.

Ela gözlerini düşünceli bir koyuluk sardı kadının. Hayal kırıklığı apaçık okunuyordu suratında. Fevzi Bey kötü hissetmeye başlamıştı. Yanlış mı davranmıştı yoksa?

"Ciğerleriniz hasta değil," dedi ve subayın göğsünün sol tarafını işaret etti. "Asıl sorun şurada. Bedeninizde kullanmadığınız bir organ var. Ne israf ama! Siz de diğerleri gibi aklınızı gözünüzün ve hatta kalbinizin yerine kullanıyorsunuz. Aklınızla görüyor, aklınızla hissetmeye çalışıyorsunuz."

Hışımla arkasına döndü ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Ve sanki sabahın taze rüzgarı da onunla beraber gitti. Olduğu yerde kalakalmıştı Fevzi Bey. Az evvel işittiği sözler sille gibi inmişti yüzüne. 

Meryem uzun bir müddet hapishanesinden kaçamadı ya da kaçmak istemedi. Bilemiyordu genç subay. Sebebini çözemediği bir hasret çekiyordu. Ela gözlü kadını artık buğulu camların ardında bile göremiyordu. Aralarındaki engel sadece ahşap pencere veyahut hastane binasını bahçeden ayıran duvar değildi. Ortadaki en büyük sorun adamın aklıydı. Meryem akıllı insanlardan uzak durmayı seçiyordu.

Çoğu kimse yaşamaktan ve mutlu olmaktan vazgeçse de şu ihtiyar dünya gezegeni durmaktan vazgeçmiyordu. Takvimlerden yapraklar eksiliyordu. Sıhhatine kavuşan subayın sanatoryumdan ayrılmasına sayılı günler kalmıştı. Hafta sonu beklenmedik bir vakıa meydana geldi. Sağlık bakanı ve ekseri üst düzey yetkililer hastaneye ziyaret gerçekleştirmişti. Kulaktan kulağa dolaşan dedikodulara göre bakanın gencecik karısı da vereme yakalanmıştı. Hekimler kadıncağız için Heybeliada'yı münasip görmüştü. Esasen Fevzi Bey şahısları ve makamları önemseyen biri değildi. Beyaz renginin hâkim olduğu sade odasında bavulunu hazırlamakla meşguldü. Yeni yıkanmış temiz çarşafların hoş kokusunu içine çekti. Yarın Heybeliada'ya tamamen veda edecekti. Toparlanma işini bitirince balkona çıktı. Kenardaki sandalyeye oturup manzarayı son kez temaşa etti. En çok da denizde durdu bakışları. Meryem'in kuruduğunu iddia ettiği mavi sularda...

Aşağısı kalabalıktı. Takım elbiseli misafirler bahçede kahve içerken başhekim yeni ütülenmiş beyaz önlüğü içinde dimdik durmuştu ve sanatoryum hakkında bilgi veriyordu. Görünüşte her şey kusursuzdu, nizamlıydı. Lakin bu durağanlık pek uzun sürmedi. Apansızın tiz bir çığlık yankılandı. Sözde huzur örtüsüne bürünmüş hastane ahalisi irkildi. Uzaktan bir kadın resmi heyete doğru koşarak geliyordu. Ayaklandı adamlar. Çığlığın sahibi Meryem idi. Üstü başı toz toprak içindeydi. Korkunç bir şekilde hırpalanmıştı.

Külçe gibi dizlerinin üstüne çöktü zavallı Meryem. Herkes donup kalmıştı.
Rüzgâr her zamanki gibi sevecendi, kadının uzun saçlarıyla oynuyordu. Fakat genç kadın rüzgârın sevgisine karşılık verecek halde değildi. "Biraderim beni öldürmek istiyor," diye ağlamaya başladı. "Babam da annemi öldürmüştü. Annem deliydi. Babam itibarı zarar görmesin diye gerçeği herkesten saklamaya çalıştı. Şimdi aynı işkenceyi bana da çektiriyorlar. Lütfen kurtarın beni bu denizsiz adadan."

Yanlış mevsimde açılmış bir çiçek gibi solmuştu Meryem. Gözlerindeki ağır ıstırabı Fevzi Bey'den başka kimse görmedi, görmezden geldi. Delilere inanmazdı insanlar ve dahi kanunlar. Şahitlikleri kabul edilmezdi. Bütün gün ortalıkta görünmeyen göğüs hekimi Eşref Bey aynı istikametten çıkageldi ve ivedilikle olaya müdahale etti. Hemşireler genç kadını kollarından tuttu. Debelendi Meryem, dakikalarca onlara karşı koymaya çalıştı. Koluna sakinleştirici iğne yaptılar. Yaşlarla ıslanmış ela gözleri hüzünle kapandı.

Kargaşa çabucak çözüme kavuşmuştu. Sağlık bakanı delirdiğine kanaat ettikleri kadının Şişli'deki yeni açılan akıl hastanesine kapatılması için emir verdi. Sanatoryumda böyle büyük bir problem varken sevgili eşini nasıl gönül rahatlığıyla hekimlere teslim edebilirdi? Eşref Bey akli dengesi yerinde olmayan kız kardeşini gizlice hastanede tuttuğu için hakkında soruşturma açıldı ve görevden bir müddet uzaklaştırıldı. Sanatoryumda itibarlı ailelerden önemli insanlar kalıyordu sonuçta. Onca zaman zarfında ya onlardan birinin başına kötü bir şey gelseydi? Hesabını kim verebilirdi? Düpedüz ihmalkarlık ve görevi kötüye kullanmaktı bu! Sayın bakan, vakıa karşısında epey hiddetlenmişti.

Bütün gece gözüne uyku girmedi genç subayın. Bir şeyleri düzeltmek için çok geç kalmıştı. Zaten öyle bir konumda da değildi. Ne yetkisi vardı ne de yaptırım gücü. Aynı gün içinde sanatoryumdan çıkışı sağlandı Meryem'in. Rüzgarların sevgiyle okşadığı tenine deli gömleği giydirdiler. Akıl sahipleri tarafından acımasızca hırpalandı. Meryem'in akıllı insanlara olan kırgınlığı son nefesine kadar devam edecekti. Ne ki son nefesini yakın zamanda verecekti. Zira Eşref Bey kız kardeşi nereye giderse gitsin peşini bırakmamaya kararlıydı. Ailesinin alnına sürülmüş kara lekeyi temizleyeceğine yemin etmişti. Birkaç ay sonra göğüs uzmanı, kız kardeşini boğmanın ardından aynı hastane odasında kendini tavandan asarak intihar edecekti. Yazık ki ailesindeki deliliğin aslında erkeklerce kalıtıldığını bilmeden ölüp gidecekti. Sağlıklı annenin hayatı deli bir baba tarafından, kız kardeşin hayatı da babanın oğlu tarafından mahvedilmişti.

Sanatoryumun üçüncü katındaki odasından güneşin doğuşunu izledi Fevzi Bey. Artık mavi denizi görmüyordu gözleri. Biliyordu ki deniz ilelebet kurumuştu. Göğüs kafesinin üstüne büyük bir ağırlık oturmuştu. Bir gecede ihtiyarlanmak neymiş bizzat yaşamıştı. Gün iyice aydınlandığında balkondaki sandalyesinden kalktı. Bavulunu kavradı. Kapıyı açmak üzere kulpa dokunurken ayağının ucundaki kâğıdı fark etti. Nerden gelmişti bu? Eğilip yerden aldı kâğıt parçasını. Dünden beri onu yiyip bitiren pişmanlık birdenbire tekrar alevlendi. Gecikmişti. Ah, her şey için çok geç kalmıştı! Kâğıdı açtığında parmakları titriyordu. Orada ne yazıldığını önceden sezmiş gibi okumaya başladı.

Sizin İngiltere kralı olduğunuzu biliyorum Fevzi Bey. Merak etmeyin sırrınız bende güvende.

Meryem

Yorumlar

  1. Emeğinize yüreğinize ve kaleminize sağlık. Çok güzel bir öyküydü. Yazım tarzınızı çok beğeniyorum. Tesadüfen Wattpad profiliniz karşıma çıktı blogta yazdığınızı öğrenince bir bakmak istedim. O günden beri ara ara gelip kontrol ediyorum. Sizin kaleminiz ile tanıştığım için çok mutluyum. Hayatınız yoğun bir süreçten geçiyormuş Allah yardımcınız olsun. Sağlıkla kalın

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *