Perilere İnanma-2

2. Bölüm: Perihan Nine

Yatağım cam kenarında olduğu için çok talihsizdim. Zira yazın pencereyi açmaktan ölesiye korkuyordum. Perde direkt dalgalanıyor, yüzüme gözüme çarpıyordu. Kalkan perdeyi indirmek, tekmelemek, sıkıca tutup hareket etmesine izin vermemek uyumadan önce yaptığım rutin işlerdendi. Odaya giren börtü böcekten bahsetmiyorum bile. Bir gün yanağıma kelebekler konar, öbür gün kolumda ismini bilmediğim türden acayip böcekler gezer, başka bir gün üzerimden çekirge sıçrar... Köydeki bütün böceklere nüfus cüzdanı çıkartabilecek kadar haklarında bilgi sahibiydim.

"Oooo o da biliyor. Oooo o da seviyor."

Dinlenme tesisinden gümbür gümbür gelen müzik sesleri uykumu evire çevire döverken gözlerimi açmak zorunda kalmıştım. Yazık günah be anacım! Hiç demiyorlar mı şu zavallı komşularımız sabah ezanına kadar yatmadılar bari öğlene deyin rahatsız etmeyelim onları. Bu nasıl bir Tarkan sevdasıdır ben cidden açıklamakta güçlük çekiyorum. Malum şarkıcının yerinde olsam bir an bile durmaz adamlara dava açardım. Dudu dudu şarkısı resmen tesisin jenerik müziği olarak yıllardır telif hakkı ödenmeden kullanılıyordu. Bütün gün aynı şeyi çalıp dinlemekten bıkmaz mıydı insan?

Severler Motel'in maaşlı tek personeli olarak dün gece neden yatmadığıma gelirsek hepsi şu haydut kılıklı yakuzalar yüzündendi. Toplamda dört kişiydiler. İçlerinden yalnızca biri Türkçe biliyordu, o da yarım yamalak şekilde. Hatta konuştuğu bu çarpıtılmış dile Türkçe bile denmezdi. Hal böyleyken aradaki iletişimi sağlama, elçilik yapma görevini amcam bana vermişti. Çat pat konuşabildiğim zayıf İngilizcemi öne sürmüştü bu iş için. Ancak sonuç hüsrandı. İletişim sorunumuz çözüme ulaşamamış, karşılıklı bir anlaşamama durumunda takılıp kalmıştık. Gün ışıyana deyin gram uyku belirtisi göstermeyip ayakta dikilerek bize huzur vermemişlerdi onlar da.

Japonlar için uzun ömürlü derler. Yok efendim hep sağlıklı beslenirlermiş de hiçbir hastalığa yakalanmazlarmış da... Külliyen yalan komşular! Dün çekik gözlü mafyalar sigara üstüne sigara yakıp hem kendi akciğerlerini hem de bizim ciğerlerimizi perişan etmişlerdi. İçeride sigara içemeyeceklerine dair ne kadar uyarsam da adamları boşunaydı çabalarım. Kaşlarını çatıp bana ters bakışlar attıklarını görünce korkudan susmayı seçmiştim nihayetinde. Buram buram tehlike koktukları için beş metreden fazla yaklaşamıyordunuz zaten onlara.

Akşam yemeği saatinde yengemin hazırladığı sofraya kıtlıktan çıkmış gibi saldırdıklarında benim bile iştahım açılmıştı. Diyette olmasam çoktan mutfağa dadanıp küçük bir kaçamak yapardım. Neyse ki o an için kafamı para mevzuları meşgul ediyordu da midemi duymazlıktan gelebildim. Esasen yemek için yakuzalardan iki kat para almayı düşünüyordum. Kârdan ziyade zarar getiriyorlardı bize. Çok fazla yiyorlardı. Moteli duman altında bırakmalarını da göz önünde bulundurursak elbette normal müşterilerle aynı kefeye koyamazdım onları. Faturayla ilgili şimdiden hesap kitap işlerine başlamalıydım. Eğer tahminlerim doğru çıkarsa önümüzdeki ay amcamdan maaşıma zam talep edebilirdim.

Yandaki tesis var olduğu müddetçe rahat bir uyku çekemeyeceğimi kabul edip en nihayetinde yatağımdan ayrıldım. Müzik ruhun gıdasıdır, lafını ortaya atan her kimse sanırım o zamanlar henüz pop müzikle tanışmamıştı. Kulaklarım çılgın gürültüden ötürü gerçekten acı çekiyordu. Neden etliye sütlüye karışmayan, sabah evden çıkıp akşam dönen memur bir komşum yoktu benim?

Mutfağa inip kahvaltı için yengemin yardımına koştuğumda merdivende Japonlardan biriyle karşılaştım. Yazın sıcağına aldırmadan yine dünkü gibi beyaz gömlek ve siyah ceket ikilisiyle duruyordu. Sanırım yakuzalar takım elbiseyle yatıp takım elbiseyle kalkıyorlardı. Bu halleriyle Türk dizilerindeki mafyalarla aralarında pek fark göremiyordum.

Karşımdaki dev adam saçlarına abartılı miktarda jöle sürüp tuhaf bir şekil vermişti. Artistik bir hareketle ceketini çıkarırken gömleğinin kollarını sıvadı. Böylece her iki kolundaki korkutucu dövme gözler önüne serilmişti. Yakasındaki güneş gözlüğünü alıp havalı bir hareketle taktığında tepeden ürkütücü bir bakış attı bana. Sol taraftaki köpek dişinin olması gereken yer bomboştu. Bu haliyle tek bakışta on adam öldüren azılı bir suçluya benziyordu. Yüzüme ciddi, ilgisiz bir ifade yerleştirip adamı görmemiş gibi davrandım ve hızla alt kattaki yemekhaneye kaçtım. Bilirsiniz işte bazı insanlar sabah fena halde asabi olurdu. Yakuzaların aksiliği tutunca adam dövmek gibi bir alışkanlıkları varsa eğer o talihsiz kişi asla ben olmamalıydım.

Yemekhanedeki semaverlere bakıp suyun kaynayıp kaynamadığını kontrol ettim. İyi çay demlediğimi söylerler. Bu sebepten semaverler genelde benim komutam altındadır. Birkaç gün önce motele yerleşen evli çift pencere tarafındaki masada sessizce oturuyordu. Sanırım balayı tarzında bir yolculuğa çıkmışlardı. Yarın motelden ayrılıp arabalarına atlayacak ve Türkiye'yi gezmeye devam edeceklerdi. Biraz gıpta biraz da kederle iç çektim. Kısmetim gerçekten kapanmış olmalıydı. Acımı kalbime gömüp onlara mütebessim bir yüzle günaydın dedikten sonra mutfağa geçtim. Güzel kokular sarmıştı her bucağı.

"Hayırlı sabahlar yenge. Tesistekiler bugün yine formunda," dedim. Ağzıma salatalık dilimlerinden birini atıp katır kutur çiğnerken yüzümü hoşnutsuzlukla buruşturdum.

"Geçen gün Ayten'den duydum. Şehirden yeni ses sistemi almışlar."

"Sanki öncekinin gürültüsü yetmiyordu da... Resmen düğün salonuna çevirdiler köyü. Müzikle yatıp müzikle kalkıyoruz."

"Ha bu arada müzik demişken sana yeni bir haberim var. Köyün yakınlarında bir belgeselcinin dolandığını söylediler. Eli yüzü düzgün, genç bir adammış galiba."

"Belgeselci mi? Ne işi varmış küçük köyümüzde?" derken işittiğim yeni gelişmeye dudak büktüm. "Yoksa bizi mi çekecek?"

"Yok yok doğayla hayvanlarla ilgili bir şey. Bana sorarsan her an motelin kapısından içeri girebilir. Buradan başka kalabileceği bir yer yok sonuçta."

"Yaz sezonu çok hareketli başladı sanki," dedim kayıtsız modumu koruyarak. Ağzıma bir salatalık daha atıp tekrar para mevzularını düşündüm. Maaşıma zam konusunu daha erken bir zamanda gündeme getirsem iyi olacaktı. Belki kasabaya inip çeyizim için üç beş parça bir şey alırdım.

Dalton kuzenlerimin sabah sabah çıkardığı gürültü yüzünden düğün nişan hayallerinden sıyrılıp gerçek dünyaya döndüm hemen. İşte o zaman dikkatimi çekti masadaki yemek ordusu. Yengemin hazırladığı zengin kahvaltı menüsünü şaşkınlıkla inceledim. Yakuzalardan yemek için iki değil on kat para istemeliydik! Bu kadar yiyecekle koca bir ülke doyurulurdu.

"Hiç yatmadın mı?" diye sordum hayretle.

"Kahvaltıyı yetiştirmek için öyle yapmam gerekiyordu," dedi fedakâr, cefakâr, çilekeş yengem ve bir kapta yumurtaları çırpmaya devam etti. "Amcanla sen dün gece Japonlarla ilgilenirken bir iki saatliğine gözümü dinlendirmiştim zaten. Siz sabaha karşı yatınca ayaklanıp mutfağa geçtim."

Yeri gelmişken Fatma yengemin hamaratlığına hayran kalmamak mümkün değildi. Ne yazık ki oğulları ona çekmemişti. Zira hepsi birbirinden beceriksizdi. İşin en kötü tarafı kimyager kuzenim bu sene nihayet mezun olacaktı. Hepimiz Mahir'in okuduğu şehirden ayrılıp buraya kalıcı dönüş yapacağı günden çok tırsıyorduk. Çünkü kafayı patlayıcılarla bozmuş garip bir kişilikti. Severler Motel bir gün bu oğlan yüzünden havaya uçacak diye amcamın ödü kopuyordu. Ama elden ne gelirdi ki? Evlat işte atsan atamazsın satsan satamazsın.

Yengeme artık oturup dinlenmesi için ısrar ederek yemek işini kaldığı yerden devraldım. Öğlene kadar yoğun bir tempoyla çalıştık. Boş bir ara bulunca internette yakuzalarla ilgili ayaküstü bir araştırma yaptım ve ne yazık ki pek de iç açıcı olmayan sonuçlar elde ettim. Cidden karanlık insanlardı. Bu sabah adamlardan birinin kolunda gördüğüm dövmeden sırtlarına da yaptıklarını öğrendim. Az tehlikeli, tehlikeli, çok tehlikeli şeklinde her çeşidi varmış bu çekik gözlü mafyaların. Motelimizde kalanların hangi sınıfa dahil olduklarını kestiremiyordum. Sonuç olarak mühim bir karar vermiştim. Huzurlu, sakin ve mutlu köyümde kan dökülmesinden korktuğum için gözlerimi yakuzaların üzerinden ayırmayacaktım. Ayrıca Saraygillerle nasıl bir husumetlerinin olduğunu ölesiye merak ediyordum. Belli mi olur belki onlar sayesinde yıllardır gizemini ısrarla koruyan Saraygil topraklarında ne numaralar döndüğünü öğrenirdik.

Adamlar iri yapılı halleriyle öyle dikkat çekiyordu ki haberlerini duyan köy ahalisi Japonları görmek için motele üşüşmüştü bugün. Hepsine tek tek gerekli izahı yapıp meraklı amcaları, teyzeleri evlerine yollamak beni fazlasıyla yordu. Onca iş güç arasında bir de bununla uğraşıyordum. Dedikoduların köyde yayılma hızı fiber internet hızını bile geçmişti.

Vakit ikindiye gelirken Perihan Nine'ye ilaç götürme saatim de iyice yaklaşıyordu. Küçük bir kulübede tek başına yaşayan bu hasta kadının bildiğimiz kadarıyla hiç akrabası yoktu. Annemler köyü bırakıp ilçeye taşınmadan evvel sık sık ihtiyar kadına yiyecek götürürdü. Çocukluğumdan beri kulübeye yapılan ziyaretleri çok severdim ve çoğunlukla anneme eşlik ederdim. O gittikten sonra görevi gönüllü olarak ben devralmıştım. Yaşlı kadının eski, bakımsız kulübesi tren yolunun geçtiği bölgedeydi. Yerleşim yerinden uzakta, köyün biraz dışında sayılırdı.

Sepete dün geceden hazırladığım yemekleri ve kasabadan aldığım ilaçları bırakıp hemen yola çıktım. Perihan Nine köyde Saraygillerin topraklarına girmeyi başarabilen tek insan olarak anılıyordu. Bu bölgede yaşayanlar biraz çekinirdi ondan. Aslına bakarsanız söylentinin doğruluğundan hiç kimse emin değildi. Asılsız bir dedikodu olması muhtemeldi. Yine de kulaktan kulağa konuşulmaya devam ediliyordu.

Köyün iç kesimine girip sokakları tek tek geçtim. Muhtarın iki katlı gösterişli evinin bulunduğu sokağa varınca Şahika'ya rastlamamak için dua etmeye başladım. Nasıl yapıyordu bilmiyorum ama her seferinde canımı sıkmayı başarıyordu. Omuzlarıma kadar gelen bahçe duvarının gölgesine sığınarak yürürken malum şahsın çatallı, cırtlak sesi sinsice sokuldu kulağıma. Konu komşu rahatsız olur mu diye hiç düşünmeden avaz avaz şarkı söylüyordu Şahika.

"Penceresi perdeli muallim
Çiçek açtı zerdali muallim
Yeni de bir yar sevdim muallim
O da benden sevdalı muallim"

Düğüne gider gibi süslenmişti ve gövdesinin yarısını pencereden sarkıtarak camı siliyor, cilveyle şarkıyı seslendiriyordu. Evlerinin karşısındaki konutta köyün öğretmeni oturuyordu ya aklınca adamın dikkatini çekmeye çalışıyordu. Ah şu edepsiz muhtar kızı! Şahika'nın gözü vardı öğretmende ve bunu babasından başka köydeki herkes biliyordu. Sabah demez akşam demez günün her saatinde okula uğrardı. Sanki evde başka adam kalmamış gibi yeğenlerini mektebe götürür getirir, çocukların ders durumunu sormak bahanesiyle öğretmenle konuşmak için fırsat kollardı.

Kıza aldırmayarak seri adımlarla yola diktim bakışlarımı. Şahika'ya görünmeden sokağı geçebilirsem kendimi şanslı sayacaktım. Dürüst olmak gerekirse bugün münakaşa edecek havamda değildim. Yakuzalar yeterince sinirlerimi hoplatmıştı. Aslında Şahika'yla aramızdaki anlaşmazlık yıllar öncesine dayanıyordu. İlkokuldayken onunla saç baş birbirimize girmiş, çok fena kavga etmiştik. Neyse ki en çok ben onu dövmüştüm de içim en azından rahat etmişti. Birbirimizi hiç sevmezdik bu yüzden.

"Kimleri görüyorum kimleri!" diye alaylı ve bir o kadar çirkin sesini işitince dudağımı ısırdım. Ne yazık ki fark etmişti beni. Sindiğim duvardan uzaklaşarak rahat bir tavırla yürümeye başladım. "Hayret! Kavanoz dibi gözlüklerin olmadan görebiliyor muydun sen?" dedim hiç başımı kaldırmadan. Kelimeler bir homurtu gibi çıkmıştı ağzımdan ama duyduğuna emindim.

"Şekerim hangi yüzyılda yaşıyorsun sen? Lens diye bir şey icat edileli çok oldu," diye yapmacık bir kahkaha attı. Yeşil lenslerine şok olmuş bir şekilde baktım. Geçen ay saçını turuncuya boyatmıştı. Şimdi de yeşil lensler... Bi burnuna çil çizmediği kalmıştı! Şu şehirli öğretmen çok beğendiği bir kadın aktristin resmini sosyal medya hesabında mı ne paylaşmış. Bizimki de bunu görünce sırf o ecnebi kadına benzemek için kendini işte böyle şekilden şekle sokmuştu.

"Allah kimseden akıl nimetini eksik etmesin," diye söylenerek muhtar evinden uzaklaştım.

Aslında ikisi birbirine fazlasıyla uygundu. Zira öğretmeni de hiç sevmezdim. Gözü hep dışarıda olan çapkının tekiydi. Bilirsiniz bu tipleri, dünya üzerindeki bütün dişilerin kendilerine âşık olduğuna inanırlar. Ayrıca pohpohlanmaya da bayılırlar. Köydeki nice saf kızı umutlandırıp da yüzüstü bırakmıştı öğretmen. Zavallı genç kızları kandırmak çok hoşuna gidiyor olsa gerekti. Kaçına evlilik sözü verdiğini tahmin bile edemiyordum. İş ciddiye binince meseleyi şakaya vuruyor, aptalı oynuyordu. Şimdiki erkeklerin birçoğu hep böyle kurnazdı. Dizilerdeki romantik aşklara kanıp mağdur oluyordu zavallı hemcinslerim.

Geneli tek katlı olan evler arkamda küçük kare kutular gibi kalırken her tarafı yeşil olan geniş bir düzlüğe çıkmıştım. Size Perihan Nine'nin kulübesinin köye uzak bir konumda olduğunu söylediğimde tamamen ciddiydim. Paslı raylar sağımda kalacak şekilde hızlı hızlı yürüyordum şimdi. Babam eskiden tren istasyonunda çalışıyordu. Rayların ve trenin bakımından sorumluydu. Uzunca bir süre makinistlik de yapmıştı. Ona öğle yemeğini getirmek için annemle birlikte yollara düştüğümüz günlerin birinde tanımıştık Perihan Nine'yi. O günden sonra ailemizden biri olmuştu. Hiç aksatmadan kulübesine yemek ve ilaç götürdük yıllar yılı.

Küçük yeşil bir tepenin üstündeki kulübe görüş alanıma girince rahat bir nefes vererek yukarı doğru tırmandım. Kulübenin az ötesinde uzun bir korkuluk dikilmişti. Çocukluğumdan beri yeri hiç değişmemişti bu saman kafalı siyah ceketli korkuluğun. Görür görmez ona Zorro ismini takmıştım. Küçükken Kaiketsu Zorro çizgi filmine tutkundum. Hiçbir bölümünü kaçırmazdım. Eh kendimi güzeller güzeli Lolita olarak hayal etmekten de geri durmazdım tabii.

Korkuluğa çocukluk aşkımın adını vermemin altında yatan asıl sebep tıpkı Zorro gibi güçlü ve kahramanca davranmasını istememdi. Gerçi Mahir'e göre cesur, yakışıklı, korkusuz olarak bize tanıtılan o süper kahramanların hepsi safsatadan başka bir şey değildi. Çocukken çok faza televizyon izlediğim için beynimin yıkandığını düşünüyordu. Söylediklerinde doğruluk payı yok değildi. Ama bir kere bu şekilde büyümüştüm zamanı geri alamazdım ki.

Her şeye rağmen minik bir kız çocuğuyken ihtiyar kadını çevredeki kötü adamlardan koruyan bir bekçi gözüyle bakıyordum cansız korkuluğa. Cebimdeki yedek anahtarla kulübenin kapısını açarken "Selamun aleyküm nineciğim," diyerek içeri adım attım. Günden güne eriyip solan ihtiyar kadıncağız pencere kenarındaki karyolada uzanmış yaşlı gözlerle dışarıyı seyrediyordu. Geldiğimi görünce başını ağır bir hareketle çevirip belli belirsiz gülümsedi, selamımı aldı. İçerisi oldukça havasızdı. Ağır bir ilaç kokusu hakimdi. Anlayacağınız temizlik şarttı. Bugün kulübede biraz uzun kalacağım gibi görünüyordu.

"Gelirken yine Şahika'yla karşılaştım. Hala şu çapkın öğretmenin peşinde. Muhtar amca onu bir an önce evlendirse de kafası rahat etse. Bu zamanda kız babası olmak gerçekten zor," diyerek pencereyi açıp içeriyi havalandırdım. "Yengemin sana çok selamı vardı bu arada. Motel kalabalık olmasaydı o da ziyaretine gelecekti ama işler öyle çok ki bazen minik Hikmet'le ilgilenecek zamanı bile zor buluyor. Geçen gün tesise futbolcularla dolu bir otobüs uğradı. Maçları mı ne varmış. Bu sayede çocuklar baya bahşiş topladı. Tesiste biraz daha kalsalardı Fazıl şarkıcı olmak yerine futbolcu olmaya karar verebilirdi. O yaştaki çocukların bu kadar değişken fikirde olması normal mi?"

İçerdeki bütün eşyalar gibi eski olan soluk renkli tahta masayı yatağa doğru çekip sepetteki yiyecekleri üstüne bıraktım. "Fasulye yemeği yaptım, sen seversin." Kollarından tutarak yatakta oturur hale gelmesine yardımcı oldum. Arkasına yastık koyarak sırtını destekledim.

"Ebru," dedi titrek sesiyle. "Buraya gelmek zorunda değilsin. Biliyorum, omuzlarını bir yük gibi bindim. Elden ayaktan kesilmek ne zor şey. Allah kimseyi güçten düşürmesin, başkasına muhtaç etmesin." Hastalık yüzünden çökmüş olan ihtiyarcık kederli gözlerle bana bakıyordu. Ürkek ve mahcuptu.

Neşeli bir tavırla yanına oturup ellerini sıkıca tuttum. Güneş görmeyen pamuk gibi yumuşak ve beyaz ellerini sevgiyle okşadım. "Böyle düşünme ama kırılıyorum. Hem ben yanına gelmekten çok memnunum. Ne güzel işte temiz havada yürüyüş yapmış oluyorum. Sen de olmasan bütün günüm sıkıcı motel işleriyle geçecek."

"Sen çok iyi bir kızsın. Allah bir ömür boyu yüzünü güldürsün," diyerek devam etti. Ta yürekten dualar döküldü dilinden. Gözlerinde biriken yaşlar içime işliyordu. Onu en çok üzen şeyin yalnızlık olduğunun farkındaydım. Eşi dostu kısacası hiçbir yakını yoktu. Köylülerden kimsenin hatırlamadığı bir tarihte bu kulübeye yerleşmiş ve o günden sonra buradan hiç ayrılmamış. Köyün en yaşlısı olduğu için onun hakkında gerçek manada bilgi sahibi olan birilerini tanımıyorduk. Yalnızca Sevda Nine'yle yakın yaştaydılar. Normalde ziyadesiyle konuşkan olan ve her fırsatta hikayeler anlatan Sevda Nine'nin ilginçtir ki bu konuda ağzı bıçak açmıyordu.

Yemeğini yemesine yardımcı olup ilaçlarını içirdikten sonra kollarımı sıvayıp temizliğe başladım. Dış kapıdan çıkıp eşiğin önüne kilim sermiş, kadıncağızı oradaki mindere oturtmuştum. Temiz hava alması ve güneş ışığından faydalanması iyi olacaktı. O, bahçede sırtını kulübenin mavi badanalı duvarına yaslayıp tepenin aşağısındaki köy manzarasını izlerken ben de içerde işleri hallediyordum. Çarşafları silkeleyip yerleri süpürdükten sonra her yerin tozunu aldım. İşi abartıp erzak dolabını kenara ittiğimde amacım arkasındaki tozların da hakkından gelmekti. Temizlik konusunda hakikaten ölçüm yoktu. Elimi neye atsam kırk yıllık temizliğini yapıyor, neredeyse atomlarına kadar ak pak ediyordum.

İki kapılı erzak dolabını kaldırınca duvarda küçücük bir oyuk açığa çıkmıştı. Dizlerimin üzerine çöküp dikkatle baktım oraya. Küçük deliğin içi gazete parçalarıyla tıkanmaya çalışılmıştı. Elimi oyuğa uzatacakken duyduğum ses yüzünden irkildim.

"Oraya dokunma!" dedi Perihan Nine telaşla.

"Ah," deyip hızla geri çekildim. "Özür dilerim. Özel bir şey olduğunu düşünemedim."

Kapı eşiğinde duran ihtiyar kadın ayağa kalkmaya çabalıyordu. Onu ilk defa böyle sabırsız, endişeli ve hatta öfkeli görüyordum.

"Lütfen dolabı eski konumuna getir," dedi soğuk bir ses tonuyla.

Hemen isteğini yerine getirdim. Farkında olmadan bir kabahat işlediğimi tahmin ediyor, suçluluk duyuyordum.

"Orası çok tozluydu. Ben sadece temizlemek istemiştim."

Az sonra yatışan kadın tekrar eski haline döndü. "Önemli değil Ebru. Eşyalarımın yerinin değiştirilmesinden hoşlanmıyorum sadece. Sanırım biraz fazla tepki verdim."

Ondan sonra ikimiz de sessiz kaldık, pek konuşmadık. Kulübede gerekli birkaç işi daha halledip sepeti çabucak topladım. Perihan Nine'yi dikkatle yatağına yatırırken pencerenin ötesindeki manzaraya gözüm kaydı istemsizce. Saraygillerin şatosu ormanın efendisi gibi tahtına kurulmuştu. Bütün gün bu yasaklı toprakların siluetini izlemek yaşlı kadın için çok keyifsiz bir şey olsa gerekti. Bakışlarımı ormandan çektiğimde düşüncelerimin aksini belirten bir durumla karşılaştım. Hasta ihtiyarın gözlerinde gördüğüm kurak hasret beni afallatmıştı. Neden bu kadar anlam yüklü bakıyordu oraya? Köyde dolaşan dedikodular aklımda dört dönerken başımı hızla salladım. Saçmala Ebru. Perihan Nine'nin Saraygillerle nasıl bir alakası olabilirdi ki?

2. Bölümün Sonu

Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *