Perilere İnanma-6

6. Bölüm: Kaplumbağa Evi

Amcamın gür kaşları ve o gür, kalın kaşlarını hoşnutsuzlukla çatması... En büyük oğluna karşı sık kullandığı yegâne mimikti. Bilemezsiniz neler çekti adamcağız şu kel kimyagerden!

"Mahir namaza kalktın mı? Annen sabah en az elli kere seslendi sana." Amcamın konuşmaya başlamasıyla kahvaltı sofrasında gerilimli bir sessizlik oluştu. "İbadetlerine karşı iyice gevşedin. Üniversitede de böyle mi yapıyorsun?" diye devam etti aile babası. Yine aynı cırcır böcekli sessizlik...

"Ethem çocuğun üzerine gitme bu kadar. Kılmaz olur mu benim yakışıklı oğlum, kıldı tabii!" Yengem tam bir erkek annesiydi. Asla oğullarına kıyamazdı, onlar söz konusu olunca sevgi ve merhamette sıklıkla aşırıya kaçardı. Mahir'i yakışıklı bulması aşırı sevgisinin en büyük kanıtıydı.

Ajanlık mesleğinde pek becerikli olmayan Rıfat çaktırmadan amcama işaret yaptı ve "Kılmadı, kılmadı..." diye dudaklarını sessizce oynattı. En büyük Dalton'un gözünden kaçmadı bu hareket. Hiç acımadan kardeşinin ensesine sert bir şaplak attı. "İspiyonculuk yapma lan!" dedi tehdit kokan ölümcül sesiyle.

Rıfat elini acıyan ensesine götürürken sızlana sızlana "Baba!" diye inledi, abisine kötü kötü bakışlar gönderdi peşi sıra. Rüzgarsız sıcak bir köy sabahından herkese merhaba sevgili Ebru FM dinleyicileri. Yaz tatili gelince ve Mahir eve dönünce ailenin bütün kahvaltıları hep böyle geçiyor işte. Geçen yaz ile bu yaz tatili arasındaki yedi farkı inanın bulamıyorum.

Ortamdaki gerilim çözülüp de yumuşama emareleri baş gösterdiğinde hemen atağa geçtim. Amcama dün akşamki iş teklifinin bahsini açtım. Para söz konusu olduğunda şipşak heyecanlanan Mahir lafı benden devralmıştı. Bütün meseleyi biraz da abartarak özetledi babasına. Bu kazançlı iş sayesinde laboratuvar açmak için gerekli sermayeyi denkleştirmiş olacaktı. Sonrası kolaydı. Deterjan üretecek ve civar köylerden başlayıp ta kasabaya kadar ürünlerin satışını gerçekleştirecekti.

"Düşünsene baba marketlerde her gün kendi soyadımızı göreceğiz. Severler çamaşır suyu, Severler sıvı sabun, Severler yağ çözücü..."

Tabii tabii. Asıl amacının bomba, dinamit ve bilumum acayip patlayıcılar üretmek olduğunu bilmiyoruz sanki. Dua etsin de amcamın bize izin vermesini istiyordum. Sırf bu sebepten Mahir'in palavralarına sesimi çıkarmadım. Kahvaltıdan sonra yengemle yemekhaneyi topladık, rutin birkaç temizlik işini aradan çıkardık. Bağırsak tenyası gibi insanda karın ağrısı yapan Mahir davetsiz destursuz yönetmenin masasına oturmuştu. Adamın bu davranıştan hoşnut olmadığı suratsızlığından belliydi. Ne var ki pişkin ve rahat bir yapıya sahip süt kardeşim böyle şeylere aldırış etmezdi.

Boşalan masaları sarı bezle silerken yemekhanenin uzak ucunda oturan kuzenim "Ebru!" diye seslenmişti. Başımı kaldırıp "Ne var?" dercesine ağzımı oynattım. Gel işareti yaptı. Belime bağlamış olduğum mutfak önlüğünü çekiştirerek masalarına yanaştım. Yönetmen kafasını oynatıp yüzünü benden yana döndü.

Mahir mağrur bir üslupla "Bize iki çay getir," dediğinde gözlerimi hayretle kırpıştırdım. Yanlış mı duydum? Tamam, Severler Motel'in tam zamanlı çalışanı olabilirim ama bu garsonluk yapacağım anlamına gelmiyor. "Kalk kendin doldur!" diye terslenip hışımla arkamı döndüm. Hata bende ki Mahir'i insan yerine koyup konuşuyorum.

İnatla arkamdan seslendi durdu. Ama geri adım atmadım. "Peki peki çay içmesek de olur. Hele bir gel otur şöyle."

"İşim var."

"Rahat ol canısı. Temizliğe birazcık ara vermene izin veriyorum. Burası babamın moteli. Anlarsın ya dolaylı olarak ben de senin patronun sayılırım." Bacak bacak üstüne atıp sırtını iyice sandalyeye yasladı.

Bak doğruyu söyle. Eşek sudan gelene kadar seni dövmemi mi istiyorsun? Biliyorsun, yapmadığım şey değil bu. Güzelce uzan şuraya, gözlerini kapat, derin derin nefes al ve yavaşça çocukluğuna in. Evet bilinçaltını yokla Mahir. Hatırlayacaksın o günleri. Kafana top fırlattığım, bileğini büktüğüm, dirseğimle burnunu kanattığım ve bacağına tekmeler attığım günleri... Gözlerimdeki kana susamış ifadeyi anladığını varsayıyorum. Zira hemencecik ayaklarını indirmiş, tekrar eski edepli oturuşuna dönmüştü.

"Bana öyle bakmayı bırak Ebru. Korkutuyorsun beni. Hadi ama sadece şaka yapıyordum," dedi ortamın tansiyonunu düşürmek için. Masalarına oturmadım fakat gitmek üzere hareket de etmedim. Sessiz kalmamdan cesaret alan süt kardeşim çoktan lider moduna girmiş, günün planını çizmişti. "Japonlar birazdan kahvaltıya inerler. En geç bir saat sonra onlarla yola çıkar, ormana gideriz. Aramızda İngilizce bilen tek kişi İbrahim olduğundan o da bizimle gelecek."

Yönetmen sesini çıkarmadı. Susması kabul ettiğine işaretti sanırım. Bakıyorum da pek bir hevesli başkalarının işine karışmaya! İlgi alanı belgeselden çok magazin olsa gerek. Kollarımı birbirine dolarken paparaziyi kastederek "Onun gelmesine gerek yok," dedim.

Mahir beş yaşındaki küçük çocuklar gibi isyan etti. "İbrahim olmadan yakuzalarla nasıl iletişim kuracağız?"

"Beden dilini kullanarak bir şekilde anlaşırız. Güvenmediğim insanlarla birlikte çalışmak istemiyorum," diye kesin tavrımı ortaya koydum. "Ayrıca kayıp Japonu bulmak için arkadaşlarıyla konuşmama gerek yok. Bu işi kendi yöntemlerimle halledebilirim."

Derin nefes aldı İbrahim denen adam. Sessiz bir mırıltıyla ya sabır çekti. "Filmim için bugün zaten ormana gitmeyi düşünüyordum. Endişelenmeyin hanımefendi, size eşlik edecek değilim."

"Hay hay!" dedim memnuniyetle. İkiliyi baş başa bırakıp gururlu bir yürüyüş sergileyerek mutfağa geçtim. Yarım kalan temizliği halletmeliydim.

Birkaç dakika sonra Mahir yanımda bitti. Yönetmenden yüz bulamayınca bu kez bana sardı. Kahvaltı masasında dünyaları yediği yetmezmiş gibi buzdolabında bir şeyler atıştırmaya başlamıştı. Hür irademi kullanarak onu görmezden geldim. Az evvel yemekhanede yaptığı terbiyesizliği unutamıyordum. Ondan yedi ay büyük olan iyi kalpli Ebru'yu sinsi belgeselcinin karşısında rencide etmişti. Ne denli ağrıma gitti anlatamam size. Annemden emdiği bütün süt haram olsun emi!

Kendini affetirmek için bana salatalık uzattı şapşal kimyager. Lakin varlığını hiç umursamayıp büsbütün yok saydım. O kadar kolay affetmeyecektim haspayı. Ünzile Abla'nın bahçesinden çıkan çekirdekli koca salatalığı şapur şupur yerken yorulmak nedir bilmeyen ağzı hiç susmadı. "Şahika ne yapıyor? Hâlâ şu koca burunlu öğretmenin peşinde mi?" Mahir'le aynı şekilde düşündüğümüz tek konu buydu. İkimiz de çapkın köy öğretmenini sevmiyorduk.

"Hı hı..." diye ilgisizce mırıldandım.

"O adam hiç sağlam pabuç değil. Kendine dikkat et Ebru. Köyde yaklaşamadığı tek kız sensin," deyip duraksadı ve hemen sonra ekledi. "Ha bir de Nefise vardı değil mi?"

Omuz silktim. "Merak etme. Ebru ablan aptal değil."

Şu an için elin hovarda mualliminden daha mühim meselelerim vardı. Düşüncelerimin aktığı yön çok başkaydı. Dün gece yaşadıklarımın rüya olma ihtimali üzerinde iyice yoğunlaşmıştım. Sahte güneş, dev oduncu, ağaca ve ışığa dönüşen kız çocukları... Kulağa gerçek hayattan uzak bir düş gibi geliyordu.

Karnını tıka basa doyuran kuzenim yediklerini yakmak için yemekhaneden ayrıldı. Eh ben de böylelikle rahat bir nefes aldım. Besmelesiz yemeğe başladığı için doymuyor, motelin gıda giderlerini arttırıyordu Mahir. Olan ise benim alın terime, zama hasret kalmış biricik maaşıma oluyordu.

Yakuzalar kahvaltı için yemekhaneye teşrif ettiği zaman elimi çabuk tutup oradan uzaklaşmak istedim. En iyisi adamları aşağıda beklemekti. Arazi sürüşüne başlayacaktık bugün. Şansımız yaver giderse kayıp Joe'yu belki ilk günden bulabilirdik. Resepsiyona indiğimde evin iki oğlunu girişte buldum. Soluk renkli kanepeye oturmuşlardı. Kokular üzerinde minik bir çalışma yapan kaçık kimyager, esans şişesine doldurduğu renkli sıvıyı Popstar Fazıl'ın burnuna yaklaştırmıştı.

"Nasıl kokuyor?" diye sordu. Ürettiği abuk sabuk karışımlarla birilerini zehirlemeye çalıştığında hep böyle enerjik olurdu.

Ayağa kalktı çocuk. "Abi bu karpuza benz-" Lafını tamamlayamadan kendinden geçmişti. Fazıl'ın bayıldığına naklen şahit olurken koşarak yanlarına gittim. Küçük kuzenimi kollarından tutup yerden kaldırmaya ve ayıltmaya çalıştım. Hâlâ Fazıl'a renkli sıvıyı koklatmaya devam eden Mahir maalesef bu hususta hiç yardımcı olmuyordu bana. "Sabiyi öldürmeye mi çalışıyorsun? Çek şunu!" diyerek hışımla elini ittim. Küçük şişe parmaklarının arasından kayıp zemine düştü ve aynı anda parçalara ayrıldı. Kokusu hardal gazı gibi etrafa yayılmış, sinsice sokulmuştu burun deliklerime. Biliyordum. Ölümümün Mahir yüzünden olacağını hep söylüyordum. İşte dediğim çıktı.

Kokuyu solurken tedricen mayışıyordum. Beynim şimdiden bulanmış, gözümün önündeki cisimlerin kontrastı değişmişti. Esasında kendimi süzme yoğurt gibi hissediyordum. Karmaşanın müsebbibi olan şahıs ise burnunu kapatıp kalleşçe dışarı kaçmıştı. Arkasında bıraktığı yaralılar umurunda değildi. Tek derdi tatlı canını kurtarmaktı. Kader arkadaşım Fazıl'la beraber kanepede yarı baygın halde oturduk bir müddet. Suratıma yapışan aptal sırıtışı silmek mümkün değildi. İçimden gülmek geliyordu. Dünyanın sonu gelene kadar gülmek. Ben artık ben değildim.

Köydeki kadınların taktığı işlemeli yazmalardan birini maske şeklinde yüzüne bağlamış olan Mahir operasyona giden asker edasıyla motele ayak basınca ona el salladım. Şüpheli bir tavırla beni baştan aşağı süzdü. "Ebru bu kaç?" diye sorarken sağ elinin parmaklarını havaya kaldırmıştı.

"Hım... Şey değil mi bu? Üç kulaklı tavşan?"

Pencereyi açıp içeriyi havalandırmanın ardından suratındaki yazmayı yavaşça indirdi. "Ben kimim peki?"

"Dur, tanıyorum seni! Sen şu üç kulaklı tavşanın annesisin," dedim çocuksu bir sesle.

Yüzünün aldığı şekli görseydiniz hiç kuşkusuz ona elektrik veyahut trafo direğinin çarptığını düşünürdünüz. Bana korkarak bakmaya devam ettiğinde şaşkın haline daha çok sırıttım. Ağzımdan boğuk kıkırtılar çıkmaya başlamıştı. Pörtlek gözlerinin ne denli komik durduğunun farkında mıydı acaba?

"Allah beni kahretsin! Ne yaptım ben? Fazıl hey Fazıl buraya bak sen de mi abini tavşan sanıyorsun?"

Yanımdaki oğlan uyuşuk bir ağırlıkla ağzını araladı. "Hayır," dedi. "Tarkan'sın sen. Beni meşhur etmek için buraya kadar geldin değil mi?"

Aldığı yanıttan sonra Mahir'in sızlanması ivmeli bir artış kazandı. Onu niçin ısrarla tavşana benzettiğimi gerçekten çözemiyordum. Boş resepsiyonda ileri geri yürüyüp durdu. Neyse ki sonunda sakinleşebildi. Suç mahallinde kanıtları ortadan kaldırmak için çoktan harekete geçmişti. Yere eğilip şişenin kırık parçalarını eldivenli eliyle topladı ve çöpe attı. Kanepeye yayılmış vaziyette onu izliyordum. "Umarım karışımın etkisi iki saatten fazla sürmez," diye kendi kendine konuşuyordu.

Biraz sonra Japonlar giyinmiş kuşanmış bir şekilde merdivenlerden indi. Sıktıkları ağır parfüm hem nefesimi kesiyor hem de midemi bulandırıyordu. Fakat adamlara kokudan rahatsızlık duyduğumu ifade edemedim. Ağzım mühürlenmiş, dilim bağlanmıştı sanki. Kaba saba bütün kelime ve sıfatlar dağarcığımdan uçmuştu. Açık konuşmak gerekirse bir anda uzlaşmacı, uyumlu bir kız olup çıkmıştım.

Devasa jiplerine binmek yerine muhtara ait olduğunu bildiğim kırmızı kamyonete yöneldiler. Demek köyümüzün en popüler aracını kiralamışlardı. Çete birdenbire duraksadı, ilerlemekten vazgeçti. Sebebi İbrahim'di. Motel kapısında bekleyen yönetmenin yanına yürüdü Kudo. Diğer iki yakuza da liderlerini taklit etti. İngilizce bir konuşmanın akışına kapılmıştı şimdi erkekler. Yönetmen kafasını sağa sola sallıyor, bakışlarıyla beni işaret ederek yakuzalara derdini anlatıyordu. Çok büyük olasılıkla konuşmanın ana teması bendim.

Mahir sohbetin dışında durmaya daha fazla dayanamayıp topluluğa katıldı. Sonuçta burada böylece yalnız başıma kaldım. Kırmızı kamyonete bakarken yine aptalca gülmeye başlamıştım. Ne tatlı bir şeydi bu! Garip ama muhtar amcanın kamyoneti de diğer her şey gibi tavşana benziyordu. Aslında bugün gördüğüm canlı cansız bütün varlıklar bana tavşanları çağrıştırıyordu. O hayvancıkları düşünmek ise ciddi anlamda sakinleşmemi sağlıyordu.

En önde Kudo olmak üzere ahali, ayakta dikildiğim tarafa geldi. Ayrı gayrılığı bırakmaları iyi olmuştu. Her şeyin konuşulup söylenecek sözün kalmadığını ümit ediyordum. Mahir ani bir atakla Kenji'yi sollayıp hemen beni köşeye çekti. Yakuza lideri, belgeselcinin de aramaya katılmasını istiyormuş. Bu karara kesinlikle karşı çıkmamam gerektiğini söylediğinde kolayca kabullenip başımı salladım. Haklıydı. Yönetmenin de bize katılması arama ekibini güçlendirirdi. Nedense en büyük kuzenimin bütün dediklerini onaylama eğilimi içerisindeydim. Onu üç kulaklı anne tavşanla özdeşleştirmem uyuncu sürdürmeme büyük katkı sağlıyordu.

***

"Ee ne düşünüyorsun Ebru?"

"İki yüz metre ötede bir uçurum var. Joe'nun ordan düştüğüne iyice inanmaya başladım," diye açık açık konuştum.

"Şşşh!" Susmamı işaret etti Mahir. Sabırsız bir bekleyişle köşede duran yakuzalara gergin bakışlar attıktan sonra kulağıma eğildi. "Düşüncelerini bu kadar açık ortaya dökme."

"Ama ben yalnızca soruna cevap verdim."

"Biliyorum biliyorum hepsi benim suçum. O şişeyi hiçbirinize koklatmamalıydım." Ardından İbrahim'e döndü ve Joe'nun akıbeti hakkındaki teorimi Japonlara çevirmemesini rica etti. Süt kardeşimin dediklerinden cidden bir şey anlamıyordum.

Kenji öğle yemeği için kamyonetten yiyecek getirmeye gitmişti. Nihayet döndüğünde acıkmış olan erkeklerin gözleri parladı. Yeme faslında onlara katılmadım. Neyse ki süt kardeşim de bu hususta gereksiz bir teklifte bulunmadı. Soluduğum pembe sıvı yüzünden teklifini geri çeviremezdim büyük ihtimalle.

Etrafım boşalmışken araştırmama daha güzel odaklanacaktım. Fırsatı iyi değerlendirmeliydim. Araziyi kuş bakışı görmek üzere gözüme kestirdiğim ağaca ilerledim. Çocukken çok sık yaptığım gibi mükemmel çevikliğimle ağaca tırmanmayı başardım. Bu konuda hiç zorlanmadığımı söyleyebilirim. Erkeklerin aşağıda kalmasından memnundum. Yakınımda olunca her fırsatta işime karışıyorlardı. Yola düştüğümüzden beri elimde olmadan Mahir'in sorduğu bütün sorulara cevap veriyor, saçma ya da mantıklı her isteğine tamam diyordum. İçimde sönük bir ses kuzenime rahatça boyun eğişimden hoşnut değildi. Ancak bahsi geçen ses yeterince güçlü değildi. İrademin üzerinde başka bir kuvvet vardı sanki.

Manzarayı sükunetle temaşa ettim. Koca orman benim ikinci evim gibiydi. Çocukluğumun büyük kısmı ormanın bağrında geçmişti. O yıllarda toprağı eşeleyip solucan toplamaya bayılırdım. Hele ki yaz tatili gelince Kur'an kursuna gidiyor diye evden çıkıp her seferinde soluğu burada alırdım. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. En sonunda anneme yakalanmıştım tabii. Dersten kaçtığım için çok kızmıştı bana.

Dibimde apansız bir çıtırtı işitirken başımı iki yana sallayarak eski defterleri kapattım. Bunları düşünmenin sırası değildi. Hem şu an yalnız da değildim. Ağacın tepesinde benden başka biri daha vardı. Sarı saçlı mavi gözlü Rahşan'dı bu misafir. Ağaç dalının üstünde oturan kız çocuğu bacaklarını aşağıya sarkıtmıştı. "Selam peri," dedi şirin sesiyle. Fakat altındaki dal hiç sağlam durmuyordu ve her an çat diye kırılabilirdi.

"Rahşan dikkat et düşeceksin."

Yaramaz çocuk ihtarıma hiç önem vermeyerek bacaklarını kıpır kıpır salladı. "Seni almaya geldim. Biliyor musun kayıp arkadaşın için bize yardım edecek birilerini buldum."

"Çok iyi haydi gidelim." Hayır hayır bunun tam tersini söylemem gerekiyordu! Aman Allah'ım, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu Ebru? Bugün kesinlikle kendim gibi davranmıyordum. Bakın doğruyu söylüyorum normal bir halet değil bendeki. Mahir'in esans şişesi dengemi altüst etmişti. O uğursuz karpuz kokusu yüzünden hiçbir şeye hayır diyemiyordum.

Altın kızla birlikte tekrar ışığa dönüştük. Kaşla göz arasında bariyerden geçmiş, yabancısı olduğum aydınlık boyutun topraklarına varmıştık. Çalıları elleriyle iterek araladı Rahşan. Adımlarını dikkatle takip etmemi söyleyip yerdeki dağınık yaprak öbeklerine örüntülü bir hareket dizisiyle bastı. Zıplayarak ve zıplayarak bir diğerine ulaşıyordu. Yedi zıplayışın sonunda şeffaf renkli fakat parlak bir bariyer belirdi karşımızda. Dış bükeydi. İç kısmında duran çift kanatlı zarif kapıyı ilgiyle inceledim. Kadın ruhunun ince izleri vardı kapının doku ve deseninde. Buranın ev sahibini şimdiden çok merak etmiştim.

Rahşan elini uzattı kapıya. Şeffaf engel bu dokunuşla azıcık çözüldü. İkimizin geçebileceği genişlikte bir açıklık vardı artık. İçeriye doğru adım atmaya davrandığımda altın çocuk aniden elimi tuttu. "Acele etme peri," diye uyarıda bulundu. Beni niçin durdurduğunu az sonra kavradım. Kapının üstündeki kaplumbağa kabartması değişim geçiriyordu. Açık ağzından önce gri dumanlar üflendi. Sonrasında oradan viskozitesi yüksek mavi bir sıvı akmaya başladı.

"Sakın bana heykelin kustuğunu söyleme." Ağzım hayretle aralanmıştı.

"Özellikle tehlikeli ziyaretçiler için ayarlanmış bir düzenek bu. Kusmuğa temas edince olacakları öğrenmek istemezsin," diye ihtiyaca binaen açıklama yaptı Rahşan. "Ev sahipleri pek misafirperver değildir. Buraya Kaplumbağa Evi deniliyor.

İşin erbabı olan ecinni çocuk kaplumbağanın ağzından boşalan mavi kusmuğun son damlasına kadar tükenmesini bekledi. Bana da malum bekleyişe eşlik etmek düşüyordu. Nihayet kaynak kuruyunca bubi tuzaklı haneye zarar görmeden giriş yapabildik. Gerçek şu ki hiç evlenmemiş üç kız kardeşin evine gelmiştik. İçerisi buram buram naftalin kokuyordu. Ellilerindeydi üç kardeş. Boyları benimkinin yarısı kadardı. Surat ifadeleri ise pek tuhaftı. Biri mütebessim, diğeri üzgün, öbürü öfkeliydi. Ruh halleri o şekilde değilse bile saydığım ifadeler yüzlerine yapışmış gibiydi.

Evlerinde kaplumbağa besliyorlardı. Kaplumbağalar ise vızıldayarak şarkı söylüyordu. Şarkı söyleyen kaplumbağa mı dedim ben? Allah aşkına nasıl bir tımarhaneydi burası? Tepesine dantelli örtüler bırakılmış koltuklarda oturuyordu üçü de. Oturma odası bir evcilik oyunun şeker oyuncaklarından farksızdı. Birazcık da süslü babaanne evlerini hatırlatıyordu. Anladığım kadarıyla radyo işlevi görüyordu kaplumbağa. Orman havadislerini uyuşuk, kalın bir sesle sayıp döktü misafirliğimiz süresince.

"Jülide nerede? Gelmedi mi o?" diye sualde bulundu güler yüzlü kardeş. Ses tonu çok hoştu. Kulağının altında sallanan gözlük ipi ona emekli öğretmen havası katıyordu.

Sarı kızımız yaşlı kaplumbağanın durduğu yemek masasında takılıyordu. "Hayır gelmedi. Onu uykudan uyandırmak öyle zor ki." Dalgınca cevap vermişti tini mini teyzeciğe.

Öfkeli kız kardeş kaşlarını birbirine yaklaştırdı. "Aşırı!" derken patlak bir ses çıkardı. "Çok aşırı uyuyor."

"Sağlığı için hiç iyi değil," diye devamını getirdi üzgün kadın.

Konu en sonunda benden açıldı. Neyse ki Rahşan peri olduğuma dair batıl inançlarını kadınlara aktarmadı. Bu konuda renk vermemesine sevinmiştim. Zira bu ülkenin insanlarının perilere kurtarıcı gözüyle baktığından şüpheleniyordum. Zorlama kahraman olmayı katiyen arzu etmiyordum.

"Çekik gözlü bir adamı arıyor," dedi Rahşan beni göstererek. "Kaplumbağadan bununla ilgili bir şey duydunuz mu hiç?" 

Ev sahipleri çıt çıkarmadan bendenizi enikonu süzdü. Elllerimi birbirine kenetleyip boğazımı seslice temizledim. Sıkılgan ve huzursuzdum. Görücülerim geldiğinde bile bu kadar telaş yapmıyorum yahu!

Allah'a şükürler olsun ki çok sürmeden bakışlarını üzerimden çekip tekrar Rahşan'a döndüler. Öfkeli, Mutsuz ve Güleç. Üç kız kardeşe şimdilik bu isimleri takarak onları kafamda kodlamaya karar verdim.

"Aradığınız adamı devler kaçırmış olabilir," dedi Mutsuz. Besbelli ki karamsarlık en baskın özelliğiydi. Güleç ise düşünceliydi. Anlamlı bir şekilde iç çekti. "Umarım yiyicilerin eline geçmemiştir," dedi.

Yiyici isminin anılması Öfkeli'nin sinirlerini anında şaha kaldırmıştı. Doğrudan gözlerimin içine bakarak taramalı tüfek gibi konuşmaya bir başladı pir başladı. "Allah'a inanmaz zalim yiyiciler. Hepsi dinsiz. Yecüc ve Mecüc gibi o uğursuzlar. Güzel ülkemizi talan ettiler. Doğu bölgesi büsbütün renksiz kaldı. Batı bölgesi hâlâ onlara direniyor."

"Kıyamet alameti, kıyamet alameti!" diye vahlandı Mutsuz.

Konuşma sırası üçüncü kardeşe gelince mühim bir konuya parmak bastı. Diğer ikisine nispeten sakin görünüyordu. Kardeşler arasında akıl hocalığını yapan kişi oydu anlaşılan. Kurduğu her cümle tecrübe ve mantık kokuyordu. "Kargalara dikkat et," derken muhatabı bendim. "Hatta onlara görünmemeye çalış. Zira çoğu karga, yiyicilerin muhbirliğini yapıyor."

Dün gece gördüğüm karganın bakışları bana hiç normal gelmemişti zaten. Nasıl desem şuursuz bir hayvan gibi bakmıyordu sanki. Kurnaz, sivri ve hatta zekice bile sayılırdı gözlerindeki mana.

Geniş alnını kırıştırmıştı Mutsuz. "Haberini yiyicilere çoktan iletmişlerdir," diye felaket tellallığı yaptı. Ağzını hiç hayra açmıyordu mübarek!

Geldiğimden beri ilk defa konuşmaya yeltendim. "Sanırım," dedim tereddütle. "Önlem almak için çok geç kaldım. Kargalardan biri dün gece beni gördü ve nerede yaşadığımı biliyor."

6. Bölümün Sonu


Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *