Perilere İnanma-5

 5. Bölüm: Gece Uçuşu

Bir çift altın kolun bana sarılmasıyla işler çığırından çıktı. Yüksekten atlarken veyahut gondol denen zımbırtıda ecel terleri dökerken mideniz boşlukta sallanır ya öyle dayanılmaz bir hisle dolup taşıyordum. Gökteydim. Çok ciddiyim, tayyareye filan da binmedim. Hiçbir vasıta olmadan yukarı doğru havalanmıştım. Ve an itibariyle Severler Motel'in fenerli çatısı aşağılarda seyrediyordu. Uçuyordum galiba. Ölüyor da olabilirdim. Şu saatten sonra her şey mümkündü.

İşin en korkutucu tarafı ortada bedenimden yana hiçbir iz yoktu. Bilinç, zihin, duygu, düşünce... Elimde bu tarz soyut kavramlar kalmıştı sadece. Var olduğumu bilmesine biliyordum ama varlığıma dair somut delillere sahip değildim.

"Peri, ışığa dönüştük..." dedi çok yakınımdan gelen ses. Altın kıza aitti malum seda. "Düşmekten korkma. Seni sıkıca tutuyorum."

"Sen bunu nasıl yapabildin?" diye haykırdım avaz avaz. Öte yandan boğazım patlayana kadar art arda Nas suresi okumayı sürdürdüm. Minel cinneti vennas ayetini özellikle vurguluyordum. Ne tür bir deliliğe bulaştım canım Allah'ım?

"Benimle gelmek zorundasın. Arkadaşımı kurtarman gerekiyor." Dokunuşunu duyumsuyordum. Minik kolları onun yaşındaki bir kız çocuğundan beklenmeyecek derecede güçlüydü. Kendimi kuş tüyü kadar hafif hissediyordum. Dağ meltemine zıt yönde hareket ederek süzüldük. Ormana girmiş, tepelere doğru süratle yükselmiştik. Aşırı süratle. Saraygillerin şatosu kapkaranlık gecenin koynunda görsel şölen yaşatırcasına ışıldıyordu. Baktıkça bakasım geliyordu. Gözlerimi alamıyordum bu görkemli yapıdan.

Bir saniye! Yasaklı Saraygil topraklarına mı gidiyorduk yani? Altın kızın tutuşu sertleşti apansızın. "Bariyerden geçiyoruz, hazır ol!" diye uyardı beni. Hemen sonrasında patlamaya benzer bir olay vuku buldu. Duvara çarptık. Tepeden tırnağa elektrik yemiş balıklara döndüm.

Beynimin geçirdiği sarsıntı sebebiyle aptal gibi hissediyordum. Hadiseye geri dönecek olursak duvara tosladığımız an resmen moleküllerime ayrıldığımı zannettim. Öylesine şiddetliydi. Lakin öngördüğüm korkunç acıyı ne kadar beklesem de duyamadım. Ecinni çocuğun bahsettiği bariyer artık her neyse çok şükür aşmayı başarmıştık.

Ayaklarım nihayet yere bastığında güm diye dizlerimin üzerine düştüm. Hâlâ o sert çarpmanın etkisindeydim. Neyse ki bedenim görünmezlik illetinden kurtulmuştu. İnsanın kendine bakması, bakıp da görememesi ne acı şeydi! Allah bir daha yaşatmasın. Gözümü rahatsız eden güneş ışığı yüzünden elimi havaya kaldırdım, siper niyetine kullandım. Aklımı azıcık toplayınca oturduğum zeminde inanamayarak etrafa bakındım. Gecenin karanlığı, ay ve yıldızlar nereye kaybolmuştu?

"Burası neden aydınlık?"

"Her zaman aydınlıktır ülkemiz," dedi sarı çocuk.

"Neyin ülkesi? İki dakikalığına uçtuk diye hemen de Türkiye dışına mı çıktık?"

Gelip bağdaş kurarak yanıma oturdu. Elbisesinin eteklerindeki küçük boncuklar kızın nemli teni gibi ışıl ışıl parlıyordu. "Sadece ülke değil boyut da değiştirdik," derken sanki çok normalmiş gibi konuşuyordu. Ve sanki dünyanın en sıradan olayını bana kırkıncı kez anlatıyordu.

Celallendim. "Neden iznimi almadan beni başka bir boyuta getirdin?" diye çemkirdim çocuğa. Uğraşacak başka adam bulamadılar mı? Severler Motel'in çılgın müşterileri yeterince sıkıntı veriyor hayatıma. Bir de sarı tenli uzaylıların maskarası mı olacağım?!

Mantıklı konuştuğunu zannederek "Ama sen perisin!" dedi. "Periler her zaman çocuklara yardım eder."

"Saçmalık! Bunu kim sana söyledi?"

"Sen."

"Aferin bana," diye homurdandım. Kızı sevindirmek için ormanda sergilediğim dansım aklımın ucuna pıtır pıtır düşmüştü. Ne diye üstüme vazife olmayan işlere karışırım ki! Bu bana ders olsun. Bir daha ağlayan çocuk görürsem arkama bakmadan kaçacağım.

Uçuş sebebiyle bütün kaslarım sızlıyordu. Bel ağrımı rahatlatmak için çimenlerin üzerine yayıldım. Emlakçının peşine takılmış, ucuz ev bakan memur edasıyla birazcık inceledim yeni boyutu. Köydeki ormandan çok bir farkı yoktu. Ağaçlar aynıydı, yandaki dere de kurumuştu. "Aramızda zaman farkı var o zaman. Bizim oralar geceyken burada güneş hâlâ tepede oluyor demek..." derken seslice düşünüyordum.

"Aslında gerçek güneş değil," dedi ve yutkunarak devam etti. "Orası yiyicilerin şatosu"

"Yiyici?"

"Renk yiyiciler."

"Kıtlık mı çekiyorsunuz yani? Of ya! Fakir bir boyut mu burası? Bende de şans olsa! Millet padişahlı hazineli diyarlara ışınlanır. Ebru'nun payına ise elin aç susuz ülkesi düşer."

"Hayır fakirlikten değil," diyerek düzeltti lafımı. Eteğini kibarca çimenlerin üzerine yaydı. Kısacık bir an onu oyuncak bebeklere benzettim. Bakışlarını yapay güneşe dikti uzun müddet. Böyle kesintisiz bakarken çıplak gözleri ağrımıyor muydu acaba? Aman Ebru sen de! Adamların yiyecek alacak parası yok, bir de güneş gözlüğü için mi fatura ödeyecekler?

"Onlar yüzünden ülkenin yarısı renksiz kaldı. Yakında buradaki renkleri de yiyecekler. Sadece siyah ve beyazdan ibaret olacağız." Üzüntülü bir şekilde iç geçirdi ve dudaklarını büzdü. Altın kızı taklit edercesine yüzümü göğün merkezindeki sözde güneşe çevirdim. Bahsettiği şatoyu görmek şöyle dursun güçlü ışıktan dolayı doğru düzgün gözümü bile açamamıştım.

Yüreğimizi hoplatan küçük bir çığlık sesi yankılanınca ikimiz de aynı anda ayağa fırladık. "Jülide'yi unuttum!" diye telaşla ünledi. Dere kenarından ormana uzanan dar patikaya saptı. Kıza yetişmeye çalışarak peşinden ha gayret koştum. Yer yurt nedir bilmediğim bu diyarda tek başıma kalmak, kurda kuşa yem olmak istemiyordum. Sisli ormanın iç kesimlerinden tak tak tak şeklinde altımızdaki yeri sallayan sesler geliyordu. Altın çocuk koştuğu esnada teninden simli parıltılar kopuyor, terli yüzüme çarpıyor, üstelik gözümü kamaştırarak hareketimi sabote ediyordu.

Seslerin kaynağına iyiden iyiye yaklaşıyorduk. Gök gürlemesini andıran devasa gürültü yetmezmiş gibi dayanılmaz lağım kokusu sarmıştı her yanı. Kusmamak için zor tutuyordum kendimi. Neler oluyordu Allah aşkına? Aniden durdu altın kız. Yolun ortasında devasa boyutlarda bir kaya vardı. Öne doğru üç usul adım attı ve sırtını kayaya yasladı. "Peri," dedi alçak bir sesle. "Bana yardım et. Jülideyi yalnızca sen kurtarabilirsin."

"Neyden bahsediyorsun?" Etrafa şüpheli bakışlar atmaya başladım. Birilerinden mi saklanmaya çalışıyordu bu çocuk?

Kayanın çevresinde çok az dolandı, işaret parmağını karşıya uzattı. "Oduncu ormandaki bütün ağaçları yok etmek istiyor. Şuradaki ince gövdeli ağacı görüyor musun? Jülide o, benim arkadaşım. Sıranın ona gelmesine çok az kaldı."

Ağaca insan ismi takanı da ilk defa görüyorum. Bakalım daha ne acayipliklere şahit olacak şu gözlerim? Öte yandan çocuğun bahsettiği manzara hakikaten içler acısıydı. Yabani adam birçok devasa ağacı devirmişti. Ter kan içinde kalmasına rağmen hâlâ büyük bir iştahla katliamını sürdürüyordu. Küflü kokusu burnumun direklerini sızlatırken şalımın ucuyla burnumu kapattım. Lağım kokusunun kaynağı oymuş demek. Yılda yalnızca bir kez yıkanan Orta Çağ Avrupa krallarına benziyordu. Çok ama çok pis kokuyordu oduncu. Saçı sakalı karışmıştı. Kısacası Nick the Chopper'ın başka bir versiyonuydu.

"Oduncuyu nasıl durdurabilirim?" diye serzenişte bulundum altın kıza. Adam neredeyse cüssemin beş katı kadardı.

"Ama sen perisin! Yiyiciler bile perilerden korkuyor!"

"Asabımı bozma çocuğum. Ben peri filan değilim, insan oğlu insanım!" Canıma tak etmişti artık.

Baltalı dev tam da Jülide'yi kesmek üzereyken bağırtımı duymuş ve başını bulunduğumuz tarafa çevirmişti. Kaçınılmaz bir şekilde göz göze geldik. Kıl yumağından farkı olmayan oduncunun göz aklarında hastalıklı bir sararma vardı. Böğürerek koca baltasını havaya kaldırdı.

Ya savaş ya da kaç Ebru!

Kendimden asla bekleyemeyeceğim tercihi yaptım. Oracıkta kaldım. Gözü pek, cesaretli bir insan olmakla alakası yoktu bu davranışımın. Açıklayamadığım bir güç beni durduruyordu. "Hemen git buradan. Kendini kurtar," diye fısıldadım altın kıza. Kalbim güm güm atıyordu. Yüksek dozda adrenalin kanımda dolaşıyordu fakat bunca reaksiyona rağmen geri adım atmayı düşünmüyordum. Kayanın arkasında saklanmaktan vazgeçip tüm haşmetimle devin karşısına çıktım. Yere öfkeyle tükürür gibi yaptıktan sonra omuzlarımı dimdik kaldırmıştım.

"Ben bu ormanın perisiyim! Hangi cesaretle ağaçlarıma zarar verirsin seni kokuşmuş yaratık!" derken ondan aşağı kalmayacak şekilde böğürdüm. Peri lafını duyar duymaz baltası elinden kayıp zemine düştü. Zangır zangır titriyordu şimdi. Kıpkırmızı koca dili ağzına sığmadığı için dışarıya taşıyordu. Anlamsız birkaç ses çıkardı, yalpaladı ve en sonunda arkasına bakmadan son süratle koştu.

Ne yani bu kadar kolay mıydı oduncunun hakkından gelmek? İnanılır gibi değil. Baltasının düştüğü yere yersiz bir hayal kırıklığıyla yürüdüm. Aptal olma Ebru, adam kaçmasaydı dövebilecek miydin sanki onu? İki lokmada yerdi kızım seni.

Baltanın sapını tutmak üzereyken kesici alet yeşil renkli, kötü kokulu bir gaza dönüştü. Yeşil duman devin kaçtığı yöne doğru akıp gitti. "Başardın! Başardın! Oduncuyu yeneceğini biliyordum!" diye neşeyle ötüşerek yanıma vardı sarı saçlı. Oysa çocuğa kaçmasını söylemiştim ben. Neden lafımı dinlemedi ki?

Pis kokulu devin koşmasından ötürü ormanın yaşadığı sarsıntıların şiddeti gitgide azaldı ve şükür ki son buldu. İyice uzaklaşmış olmalıydı oduncu. Küçük kız mutluluğunu kendi çapında yaşayıp biraz dans etti. O esnada kayanın en tepesinde gördüğüm karga dikkatimi çekmişti. Siyah gözlerinde sivri bir ışık saçan keskin bakışı bana fazlasıyla tuhaf gelmişti. Ne bileyim huzursuz olmuştum. Karga az sonra gak gak sesleri çıkararak havalandı. Hayvanları bile bir garipti bu ülkenin.

"Haydi Jülide'yi uyandıralım." Yine başladı komşu köyün delisi. Ağacı neyin uykusundan uyandıracaksın evladım? Lafımı hiçbir surette dinlemeyeceğini bildiğimden sessiz kaldım. Kollarımı göğsümde kavuşturup ne yapacağını merakla bekledim.

Sağ eliyle kolunu sıvazlayıp bir avuç sarı pırıltı topladı. Şaka yapmıyorum. Cidden altın rengi teninden çıktı o pırıltılar. Ben de çocukken düğüne gittiğimde kafama renkli renkli simler boca ederdim. Kabarık elbiseler içinde ışıl ışıl olur, düğündeki öbür akraba kızlarına gönlümce hava atardım. Nedense hiç sevmezlerdi beni.

Mavi gözlü çocuk ikinci aşamaya geçti ve topladığı parlak şeyleri yavaşça ağacın gövdesine sürdü. Odun mu boyuyordu? Tabii fakir ülkede resim defteri olmayınca zavallı çocuklar ne yapsın... Cansız ağaç birdenbire boyutlarını değiştirdi, küçüldü, daraldı ve saniyeler içinde güzeller güzeli bir çocuğa dönüştü.

Bu kadarı da fazla ama! Yoksa en başından beri rüya mı görüyordum? Zira gerçek hayatla bağdaştırılamayacak hadiseler yaşıyordum. Ağaç ve Jülide... Jülide ve yeşil saçlı çocuk... Sarısına daha alışamamışken şimdi de yeşil saçlı kızla kesişmişti yolum. Dalgalı saçlarının arasında küçük dal parçaları, ağaç yaprakları ve çiçekler vardı. Hatta kafasında minicik bir kuş yuva bile yapmıştı. Pes vallahi! Şampuandan habersiz miydi halk? Ona da mı paraları yoktu?

"Adım Jülide," derken utangaç bir hareketle saçlarını kaşıdı kız. Bu esnada kabarık saçlarının arasından birkaç kelebek havalandı. Gözümü tuhaf manzaradan çekip zoraki de olsa gülümsedim. "Ben de Ebru," dedim memnuniyetsiz bir tınıyla. Ne de olsa bu boyutta bulunmaktan mutluluk duymuyordum.

Pat diye lafıma atladı altın kız. "Hayır! Ebru değil peri o peri!"

Terlikle ağzına vurmamak için güç bela tuttum kendimi. Azıcık daha böyle peri diye ciyak ciyak bağırırsa ülkede darda kalmış bütün miskinleri başıma musallat edecekti. Hayır kurumu muyum ben yahu? Neden herkesin imdadına koşmak zorundayım? Evimde oturup patik örmek istiyorum. Ben basit bir insanım. Filmlerde dublör, sahnede dekor, kitaplarda ancak yan karakter olabilirim. Kendilerine gerçek bir kahraman bulsunlar canım.

Çatık kaşlarımdan ne düşündüğümü anlayan sarı çocuk bu kez temkinli konuştu. "Sana hâlâ kendimi tanıtmadım. Benim adım da Rahşan." 

"Rahşan ve Jülide... Güzel. Arkadaşını kurtardığımıza göre işim bitti, artık evime gidebilirim." Kocaman açılan ağzımı güç bela kapatmaya çalışarak seslice esnedim. İki saniye sonra Jülide de esnedi. Mayışık bir hali vardı çocuğun.

"Bu kadar çabuk mu? Lütfen biraz daha kal," deyip koluma sarıldı Rahşan. Her zaman dediğim gibi çocuk milleti minnacık bebekken sevilir. Büyüdüklerinde işte böyle ömür törpüsü olup çıkıyorlardı.

"Yarın yorucu bir gün beni bekliyor. Yatıp dinlenmem lazım."

Haklı olduğumu biliyordu. Kabullenir bir tavır aldı en nihayetinde. Lakin yüzünden düşen bin parçaydı. Anlaşılan o ki benden gerçekten ayrılmak istemiyordu.

"Bu arada," dedim unuttuğum önemli bir noktayı anımsarken. "Nasıl geri döneceğim? Yine uçacak mıyız?"

"Maalesef," dedi Rahşan. "Işığa dönüşemeden bariyeri geçmenin bir yolu yok."

Kızın ağzından çıkan kelimeleri artık idrak edemiyordum. Neyin nesiydi bu bariyer? Yarın sağlam kafayla olan biteni tekrar gözden geçirmeli ve güzelce düşenmeliydim. Verdiğim mantıklı kararı içimden onaylayıp hiçbir şeyi sorgulamamaya karar verdim. Gökyüzünde aynı korkunç yolculuğa çıktığımız vakit midem kasılıp durdu. Azıcık bağışıklık kazanmış olmalıyım ki önceki kadar kötü etkilenmedim uçuştan.

Upuzun saçları suya temas eder etmez dallı budaklı ağaç formunu alıyormuş Jülide. Üstelik ağaca dönüştüğünde bilincini yitiriyor, derin bir uyku halinde oluyormuş. Böylece dış dünyayla bütün bağlantısı kesiliyormuş. İşte bu yüzden ıslanmaktan nefret ediyormuş çocukcağız. Jülide biz Rahşan'la uçmadan hemen önce bitkin bir sesle anlattı bunları. Sonrasında çimenlerin üzerine yayıldı ve anında uykuya daldı. Sanırım ağaca dönüşmeden de bütün gün uyuma potansiyeline sahipti.

Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Lay lay lay lay laaay... Severler Motel'in ışıklı tabelasını ve fenerlerin pırıl pırıl aydınlattığı terası gördüğümde duygulanacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Sanki yıllardır köyümden uzakta gurbet ellerde iskan etmiştim. Terasa varınca yine yere yuvarlandım. Kalkış iyiydi ama iniş kısmı gerçekten sıkıntılıydı. Şu denge sorununu çözmem biraz zaman alacaktı. Üstümü başımı silkeleyip ayaklanırken altın kız da yeniden uçmaya hazırlanıyordu.

Ağrıyan belimi tutup yüzümü odamın kapısına çevirdiğim sırada zihnimde küçük bir ışık yandı. Aniden arkamı döndüm ve "Rahşan!" diye seslendim.

"Efendim peri?"

"Bugün ormanda çekik gözlü bir adamı gördün mü hiç?"

"Hayır," deyip başını salladı. "Yoksa arkadaşın mı kayboldu?"

"Arkadaşım değil ama onu bulmam lazım. Bana yardım eder misin?"

"Tabii ki! Bugün bana yardım ettin, Jülide'yi kurtardın peri. Sıra bende!" Ne zaman böyle heyecanla konuşsa teni daha çok parlıyor, göz kamaştırıyordu.

"Teşekkür ederim," dedim gülümseyerek. Sürekli peri meri deyip sinirlerimi hoplatıyor ama esasında iyi çocuk.

Işığa dönüşüp bedeni gözden silinince arkasından ormana doğru el salladım. Ne geceydi ama! Ormanın kralı tahtına kurulmuş, Saraygil şatosunun odaları yine farklı farklı renklerle aydınlanmıştı. Asla sönmüyordu oradaki ışıklar. Bir gün... Mutlaka bir gün bunun sebebini öğreneceğim!

Gak.

Gak gak gak.

Terasın güney ucuna, sesin geldiği yöne çevirdim başımı. Köşedeki fenerin tepesinde bir şey duruyordu. Bakışlarımı siyah karartıya odakladım. Tanıdık keskin bakış... Öbür boyutta gördüğüm karga değil miydi o?

5. Bölümün Sonu

Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *