Perilere İnanma-8

 8. Bölüm: Ana Karakter Aşık Olur

"Ebru sakın onu yiyeyim deme!" diye böğürdü Mahir. Duraksadım. Ağzıma götürdüğüm renginden biçimine her açıdan iştah abidesi olan eriğe anlamaz bakışlar attım. Besmelem yarıda kesilmişti. Yine ne saçmalıyordu kaçık kimyager?

"O tuttuğun şey var ya aslında el bombası. İlk ısırığında havaya uçarsın kızım!" Avaz avaz bağırırken öte yandan korkak adımlarla geri gidiyor, aramızdaki mesafeyi açarak beni tehlikenin kollarına bırakıp haince kaçıyordu.

"Allah cezanı vermesin Mahir! Sırt çantanda bombanın ne işi var? Meyveyi görünce açlığımı bastırır diye saf saf sevindim ben de," diye sitem ettim. Avucumdaki şeyle ne yapacağım şimdi? Ölümle burun buruna geldiğimin geç de olsa idrakine varmıştım. Buna rağmen bakışımı erikten ayırmadan oturduğum ağaç dibinde donup kalmayı sürdürdüm.

Sonra şey oldu. Bir kahraman çıkageldi. Pelerinsiz, sevimsiz, alışılmışın dışında bir kahraman. Bombayı elimden kaptığı gibi tek hamlede en uzak noktaya fırlattı. Böylece gerçek manada ateş düştüğü yeri yaktı. Patlamanın akabininde çıkan korkunç gürültü ormanın sakinliğini keserken kuşlar hep bir anda kanat çırparak gökyüzüne doğru havalandı. Kamyonete sırtlarını yaslayarak sigara keyfi yapan yakuzalar hemen silahlarına sarılmışlardı.

Günün kahramanı üzülerek söylüyorum ki kara listemde yer alan şu antipatik yönetmendi. Adama can borcum vardı artık. Beni bilen bilir düşmanlarıma borçlu kalmak hazzetmediğim bir şeydir. Ölümün ağzından kıl payı kurtulduğumun farkındayım ama inanın İbrahim'e tırnağımın ucu kadar minnet duymuyorum. Lafı ağzımda geveleyerek zatına çok zorlama ve yamuk bir teşekkür arz ettim.

Kudo ağzından şelalelerce tükürük saçarak çan çin çon konuşurken havaya iki el ateş etti. Ortamdaki kaosu dindirmek üzere kollarını sıvayan yönetmen neyse ki durumu iyileştirmekte yetenekliydi. Dönüp Japonlara meseleyi izah ettiğinde nihayet ayağa kalkıp ağacın gövdesine dayandım. Zaten kan şekerim düşmüştü. Bu bomba olayı ise hepten dengemi bozmuş, ağzımın tadını kaçırmıştı. Ayrıca beklenmedik patlama sonucunda çekik kabadayıların içindeki vahşet uyarılmıştı. Birilerini vurma, boğazını sıkma arzusu ve eğilimindeydiler. Aramızda kan bağı ve süt hukuku olmasa Mahir'i hedef olarak gösterirdim bu mafyalara. Delik deşik etmeliydiler hain bombacıyı. Zira her türlü cezaya müstahaktı.

Eriğin düştüğü tarafta dumanlar yükselmiş, yoğun bir sis kütlesi sarmıştı o cenahı. Bizim korkak tilki ortalığın emniyeti kesinleştiğinde kürkçü dükkanına geri döndü. Japonlar da tıpkı benim gibi Mahir'e çok sinirlenmişti. Yönetmenin ara buluculuğu sayesinde bombacıya karışmadılar. Zaten Mahir arkasını başkasına toplatmaya alışıktı. Özür dilemek şöyle dursun sebep olduğu karmaşalardan dolayı suçluluk bile duymaz, utanmazdı hiç.

Size kısaca günün özetini yapayım isterseniz. Japonlar tahmin ettiğim saatten daha erken uyanınca Perihan Nine'nin yanından çabuk ayrılmak mecburiyetinde kalmıştım. Fakat sonraki sabah muhakkak ona uğramamı tembihledi ve merak ettiğim her şeyi aydınlatacağına söz verdi. Tüm bu olanların ne anlama geldiğini öğreneceğim için haliyle sevindim ben de. Gizli kapaklı işlerden hoşlanmıyordum.

Bütün ekip muhtarın kamyonetine bindiğimizde rehber olarak nereye gidileceğine karar verme görevi bana kalmıştı. Joe'nun uçurumdan düşmüş olma ihtimalini tatlı bir dille yakuzalara açtık. Bu kötü olasılığa beklediğimizden daha az tepki verdiklerinde ben de Mahir de fazlasıyla rahatladık. Saatler birbirini kovalarken yemek molası bile vermeden geçenki uçurumun dibini taramıştık. Sonuç yine tam bir hayal kırıklığıydı. Joe yoktu. Ona dair hiçbir ize rastalamamak canımı çok sıkıyordu. Şimdiden kesif bir umutsuzluk sinmişti üzerime.

Bombanın şokunu atlatmaya çabalıyordum. Mahir'le geçirdiğim uzun yıllar acayipliklerine alışmam için kesinlikle yeterli gelmemişti. Şu an havada süzülen ağır kimyasal kokusu boş olan midemi bulandırıyordu. Öbürleri benim kadar rahatsız değillerdi. Kudo silahını beline iliştirdikten sonra ellerini iki yandan pantolon cebine koydu. Kenji ve Takano aynı şekilde liderlerini taklit etti. Düşünceliydi iri yakuza. Batmaya hazırlanan güneşe ve mor ufuğa bakarken durgunlaşmıştı. Neden sonra yüzünü bize çevirdi. Sosise benzeyen parmağıyla doğrudan beni işaret etti ve tombul elini havada salladı. Gel buraya, demekti bu işaretin manası. Millete gel emri vermekten ayrı zevk duyuyordu Kudo.

Yanaklarımı şişirerek ofladım. Yine ne isteyecek acaba? Harekete geçmeden önce suikastçımla yüzleşmem gerekiyordu. "Mahir al şu çantanı," deyip cephanelik amacıyla kullandığı sırt çantasını sahibine attım. "Dün bir bugün iki. Allah aşkına beni öldürmek mi istiyorsun? Öyle bir niyetin varsa ciddi ciddi söyle de bileyim."

"Geçmiş olsun Ebrucuğum. Olay karşısında gerçekten nutkum tutuldu. Bu tür kazalar neden hep seni buluyor hiç anlamıyorum," dedi arlanmaz. Ona kaşlarımın altından kötü kötü bakıp Kudo'nun çağrısına icabet ettim. Mahir'le konuşmaya çalışmak kesinlikle mantıklı bir davranış değildi. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna azdı ne de olsa. Girintili çıkıntılı kayalara basarak yukarı tırmandığımda gözüm istemeden kargalara ilişti. Etrafımda dolanmaları beni ziyadesiyle huzursuz ediyordu. Sürekli izleniyormuş hissi yüzünden işime pek odaklanamıyordum.

Kayalıkların tepesinde liderle birlikte arkamızı ötekilerine döndük. İlerideki dikenli çalılıkları işaret edince boş boş baktım o yöne. Kudo'nun zafer kazanmış bir edası vardı. Gırtlağından güçlü bir ses çıktı, ardından asla telaffuz edemeyeceğim birkaç Japonca isim saydı. "Blueberry," dedi en sonunda. "Blueberry... This is a signal."

Gözlerimi iyice kıstım ve dikkatimi mavi mor renkli yaban mersinlerine verdim. "Yes I see," diye onayladım Japonu. Vay be demek isteyince oluyormuş! Resmen çatır çatır İngilizce konuşuyorum. Hem belgeselciyi diyaloğumuza dahil etmemesi mutlu olmam için yeter de artardı. Liderle aramızdaki buzları eritmek için süper bir fırsattı bu. Ne yapıp edip gözüne girmeliydim. Böylece İbrahim'e hiç mi hiç ihtiyacımızın olmadığını anlayacaktı.

Kudo elini arkasında bağlayıp kayalıklardan aşağı indi ve bahsettiği çalılara doğru yürümeye başladı. Sanırım onun da kan şekeri düşmüştü. Biraz yaban mersini atıştırmak istemesini anlayışla karşılıyordum. Hatta bana sorarsanız bu çok iyi bir fikirdi. En azından Japoncağız bazıları gibi erik şeklinde bombalarla canımıza kastetmiyordu.

Cüsseli adamı takip etmeden önce uzağımızda kalan ahaliye göz ucuyla baktım. İki yakuza karşıda trafo direği gibi dikilmişti. İbrahim ve Mahir ise merakla bizi seyrediyor, ne yaptığımızı kestirmeye çalışıyorlardı. Kudo yaban mersinlerini kimseyle paylaşmak istemiyordu galiba. Beni yemeğine ortak etmesi esasında ondan beklenilmeyecek bir incelikti.

Ormanda yabani birçok meyve vardı. Mantar ve bitki türleri açısından da verimli topraklara sahipti köyümüz. Eskiden Sevda Nine buradaki bitkilerle nice merhemler hazırlar, köylünün ilaç ihtiyacına katkıda bulunurdu. Köy kadınları teknoloji ve televizyonla haşır neşir olunca birazcık tembelliğin etkisine kapıldılar. Milenyum çağı köylüleri de yavaş yavaş üretimden tüketime geçiyor ve hazıra alışıyordu işte. Her neyse, demem o ki şu yaban mersini çalıları azıcık farklı gelmişti bana. Gerçi bildiğim kadarıyla bu nebatın birçok türü vardı ama böyle aşırı dikenlisiyle ilk defa karşılaşıyordum. Dürüst olalım masallardaki zehirli meyveler gibi görünüyordu. Bana çağrıştırdığı düşünceler pek olumlu değildi yani. Şunları yemesek olmaz mı Kudo Başkan?

Tek kuşkucu taraf bendim sanırım. Yakuza liderinin neşesi savaştan galip çıkmış komutanları aratmıyordu. Heyecanını açlığına yordum en sonunda. Koca göbeğini beslemek için iyi yemesi gerekiyordu çünkü. Civarı çarçabuk kontrol etmenin ardından tombul elini çalılara doğru uzatmıştı. Aynı anda "Ah!" diye inledi. Parmağına meyveleri dört bir yandan koruyan dikenler batmıştı.

Yüzünün acıdan dolayı buruşmasını beklerken tam aksiyle karşılaştım. Zira adam küçük sıyrıktan sonra daha da şenlenmişti. Halinden gayet memnundu diyebilirim. Eline diken battı diye sevinmek hiç normal değildi bence. Ampirik kumpirik işlerin peşinde olduğunu bariz eden Kudo ceketinin iç cebinden küçük kahverengi bir kese çıkardı. Sorgulayıcı bakışlarıma rağmen kese ağzını araladı. Ha şuraya yazıyorum bu işin sonu hiç iyi olmayacak. Kadife kesedeki tozları tek hareketle yaban mersinlerinin üzerine boca ettiğinde tedirginliğim katlanarak artıyordu. Leziz meyveler tuz ruhu yutmuş çiçekler gibi saniyeler içinde kararınca ürpertiler sardı bedeninimi.

Felaket için çok beklememize gerek kalmamıştı. Gök gürültüsü şiddetinde bir seda koptu, sağdan soldan sürü şeklinde kargalar doldurdu gökyüzünü. Ama ben demiştim. Yakuzanın başımı derde sokacağı daha en başından belliydi.

Kuşlar sırayla aşağı inerken etrafımızda kusursuz bir çember oluşturdular. Kargalardan çembere dahil olmayanı ayak ucuma kadar yanaştı. Çok hızlı gelişiyordu olaylar. Anlık zaman içinde gagası sivrice bir burun halini alırken upuzun insan bedeni tam dibimde vücut bulmuştu. Karganın değişiminin doğurduğu şokla dengemi yitirip arkaya doğru geriledim ve pattadak yere düştüm. Düştüğüm yerden kalkamadım daha sonra. Uzun boylu yaratık artık tepeden bakıyordu bana.

"Kimsin? Ne istiyorsun bizden?" En birincil ve en klasik sual döküldü dudaklarımdan.

Karga adam "Kim miyim?" diye sorumu tekrarlarken burnundan gülmeye benzer bir ses çıkardı. "Bariyere sızmaya çalıştığınıza göre herhalde bunun da cevabını biliyor olmalısınız."

"Bariyer de nereden çıktı? Biz hiçbir şey yapmadık."

Kararmış kurumuş yaban mersinlerini gösterirken "Emin misin?" dedi alayla. "Bunlar ne o zaman?"

Kudo'ya hemen sinirli bir bakış attım. Haydi çöz bakalım bu meseleyi. Hepsi senin suçun. Niçin telef ettin onca meyveyi ha?

"Evet haklısın. Bilerek kışkırttık sizi. Çünkü amacımız bariyeri aşıp renksiz diyara girmek," dedi Kudo. Kulaklarım yanlış duymadı değil mi? Rica ediyorum biri beni çimdiklesin. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağım şimdi komşular! Çete lideri Türkçe konuşabiliyor muydu? Ama neden bugüne kadar bilmiyormuş gibi rol yapmıştı? Allah'ım ne tür entrikalar dönüyordu benim saf ve masum hayatımda?

Karga adam boncuk gözleriyle kısacık bir müddet süzdü bizi. "Hah," diye açık açık küçümsedi cemalimizi. "Bunu kolayca yapabileceğinize inanmanız çok gülünç. Bariyeri aşabileceğinizi mi sanıyorsunuz?"

Kudo altta kalır mı hiç? Kurnazca güldü, özgüveninden şu kadarcık bir şey kaybetmeden hemen karşılık verdi kargaya. "Evet elbette. Yanımda bir peri varsa bunu neden yapamayayım?"

"Peri mi?" Hep bir ağızdan gakladı siyah kuşlar. Yaklaşan tehlikeyi sezdiğimden hızlıca ayağa kalktım ben de. Korku, merak, heyecan ve daha birçok hissiyatın gölgesi düşmüştü sivri burunlu adamın suratına. Bana doğru tereddütlü bir adım attı. Üstündeki siyah pelerinli tuhaf kıyafeti cidden günümüz modasına ve standartlarına uymuyordu. Kolları ve bacakları ölçülü değil bilakis dikkat çekici bir uzunluktaydı.

"Sen..." diye kekeledi. "Sen gerçekten peri misin?"

Sustum. Hani diliniz buza yapışır ya çekersiniz çekersiniz ama bir türlü hareket etmez. Aynen öyle umutsuzdu içinde bulunduğum vaziyet. Söyleyeceğim her kelime daha da çıkmaza sürükleyecekti beni. Buna emindim.

Hayatım hiçbir zaman kararında olmadı zaten. Son dakika gelişmelerine yabancı değildim. Veyahut beklenmedik vakalarla sıkça karşı karşıya gelirdim. Bunu neden mi söylüyorum? Çünkü göğün kızıla çaldığı bu ikindi üzeri vaktinde tunik cebimden bir aydınlık şavkıdı. Kumaşın incecik aralıklarından sızdı ışık huzmeleri. Hayretle cebimi yoklayınca korkunç bir tabloyla yüzleştim. Bu sabah topladığım çiçekler gözümün önünde anbean vızıldayan kara sineklere dönüşerek kargalara saldırdı. Ben ve Kudo'yu esir alan çember bozuldu böylelikle. Siyah tüylü kuşlar çatallı sesleriyle çığlık atarak dört yana kaçışıyordu. Karga adam form değiştirerek en önceden uzaklaşmıştı alandan.

***

Vakit akşam. Muhtarın al yazmalı kamyonu bozuk yollarda tıngır mıngır ilerliyor. Her tümsekte yerimizden hopluyoruz. Şoför koltuğunda Takano yanında da Kudo ve İbrahim duruyor. Geri kalanlar olarak biz de arkayı istiflemiş vaziyetteyiz.

Kenji telefonunda Japonca bir şarkı açmıştı. Müziğin oldukça duygulu ve nostaljik tınıları vardı. Bizim eski Anadolu türkülerini anımsatıyordu. Sayonara, sayonara, sayonara diye hep aynı kelime tekrarlanıyordu şarkıda. Kenji yaz akşamlarının hüzünlü ve serin havasına kapılmıştı. Memleket hasreti çekiyordu belli ki. Ya da ne bileyim ona benzer bir şeyler. Demek istediğim duygusal anlardayız şu an.

Mahir'in kolunu kabaca dürttüm. "Sayonara ne demek biliyor musun?" diye sordum müziğin arasına parazit gibi girerek.

"Hım... Sanırım elveda demek. Hatırladığım kadarıyla ilçede o isimde bir düğün salonu var," dedi. Düğün salonu lafını duyunca yüreğimden sessiz bir ah koptu. Bu sene sanki evlilik yılıymış gibi neredeyse tanıdığım herkes dünya evine girmişti.

Akşam namazını kılmak için caminin önünde durdu kamyonet. Nefise'nin babası yıllardır burada cami imamlığı yapıyordu. Nur yüzlü kızı ilahiyatı bitirince caminin yanındaki Kur'an kursunda çalışmaya başlamıştı. Nefise'yi bütün köy halkı çok severdi. Yaptığı her şeyi aşkla şevkle ve samimiyetle yapardı. Ayrıca benim aksime çocuklarla inanılmaz güzel anlaşırdı. Aslında kimyası çoğu insanla uyuşurdu. Küçükken eli sopalı sert hocadan dolayı gitmeye korktuğumuz Kur'an dersleri şimdi köydeki sabilerin en sevdiği şey haline gelmişti. Nefise'nin bundaki büyük katkısı yadsınamazdı.

Yönetmenin vesilesiyle ibadetler konusunda çok gevşek olan Mahir de namaza iştirak etti. İkili, kendi aralarında cemaat olup akşam namazını eda ederken ben de kadınlar mahfiline geçtim. Yakuzalar ise caminin şirin bahçesindeki banklarda oturmuş, bizi bekliyorlardı. Biraz çabuk kıldığımdan olsa gerek ilk ben çıktım mescitten. Mahir ve İbrahim hâlâ içerdeydiler.

Karga olayından sonra Kudo'dan kaçınmıştım. O da sinek saldırısından ötürü benden çekiniyordu. Fakat beni peri diye öne atmasının hesabını sormak istiyordum. Hem Türkçe bilmiyorum diyerek çocuk gibi bizimle oynamıştı. Severler Motel ciddi bir müesseseydi. Çalışanların dürüstlüğü kadar müşterilerin dürüstlüğü de önem taşıyordu.

Babetlerimi ayağıma geçirdikten sonra elimi yumruk yaptım, arkadan sırtıma vurarak kendimi yüreklendirdim. Haydi göreyim seni Ebru! "Kudo Bey," diyerek boğazımı temizledim. "Bakın buraya hele!"

Anlamazdan gelince daha çok sinirlendim. Gayet de Türkçe biliyordu. Cahili oynaması hakikaten sinir bozucuydu. Bütün kibarlığı fırlatıp attım o anda. "Nasıl bu kanıya vardın bilmiyorum ama ben peri filan değilim. Kargaların ya da öbür acayip yaratıkların hedefi olmak istemiyorum. Bu yüzden beni planlarına alet etme," dedim üstüne basa basa. Damarlarımda gürül gürül cesaret akıyordu. Elin Japon mafyasına racon kestiğime göre kesinlikle aklımı kaçırmış olmalıydım.

Cüretime karşılık öfkelenmesini ummam yine sonuçsuz kalmıştı. Adam o kadar laf yemesine rağmen hâlâ sakin duruyordu.

"Kaplanın mağarasına girmeden yavrusunu yakalayamazsın deriz biz Japonlar," diye bilgece konuştu Kudo. "Kaplanın mağarasına girmek için senin gibi akıllı bir kıza ihtiyacım var. Peri olmadığını biliyorum. Hatta perilere inanmadığını kendin söylemiştin."

"Madem bunu biliyorsun neden kargaya öyle saçma bir şey söyledin?"

"Buna inanmalarını istiyorum çünkü," derken kaba ve şişman çehresine zeki ve aynı zamanda esrarlı bir ifade yerleşti.

"Neden?" diye atıldım. "Neden peri yalanını yaymak istiyorsun?"

Namazlarını kılmış olan kuzenimle belgeselci cami kapısından dışarı çıktıklarında Kudo'yla anlaşmış gibi bir anda sustuk. Bu meselenin diğerleri tarafından bilinmemesi gerektiği konusunda ikimiz de hemfikirdik. Mahir abdestten ötürü nemlenen kel kafasını eliyle sıvazlarken saçma bir muhabbet açtı. İlk defa böyle yapmasından memnundum.

Biraz uzağa park ettiğimiz kamyonete doğru gitmeye hazırlanırken "Selamun aleyküm Ebru!" diye bir ses geldi arkadan. Nefise'nin alışık olduğum tatlı ve yumuşacık sesiydi. Kucağındaki yavru kediyi bir anne şefkatiyle severken bana gülümsedi imamın kızı. Bahçedeki kandilden yüzüne düşen ışık pürüzsüz yüzünü porselen gibi gösteriyordu. Bana sorarsanız herkesin gözü kördü. Asıl peri Nefise'ydi ama kimse bunun farkında değildi. Masal kahramanıydı o. Güzelliği dillere destan olan padişah kızlarından hiçbir farkı yoktu.

"Ve aleyküm selam Nefise," dedim aynı sevecenlikle. Ayak üstü kısa da olsa hal hatır sorduk. O esnada dikkatimi garip bir şey çekti. Yönetmen normal değildi. Donup kalmıştı sanki. Nefise kedinin başını okşarken adamın bakışları kıza takılmış durumdaydı. Şaşkınlık ya da hayranlık... Başkaydı işte oradaki ifade. Az sonra Nefise de kafasını kaldırdı ve birbiriyle belki hiç ilgisi olmayan iki insan göz göze geldi. Saniyeler içinde iki farklı hayat birbiriyle kesişti. Kız utanarak başını eğdi, adam karanlıkta bile net parlayan bakışlarını zorlukla ondan çekebildi. Bir yazgı, birbiri için yazılmış iki kalp... Kulaklarımda kader çarkının sesi çınlıyordu.

Bence her romana yakışacak bir ana karakterdi Nefise. Ve az önce ana karakter aşk denen gizli sandığın kapağını açmıştı. Neden kendimi kötü hissediyorum? Göğüs kafesimin üzerine bir ağırlık oturması komik değil mi? Bu güzel yaz akşamında kandilli cami bahçesinde gönül bağı kuran iki insanın yanında fazlalık gibi duruyordum. Asla sevilemeyeceğimi düşündüm, sıcak bir kalpte yerimin olmayacağını. Özenmiştim sanırım. Ebru Severler hiçbir zaman kendi hikayesini yazamayacaktı. Yan karakter olmak ilk defa ruhuma kadar dokunan derin bir üzüntünün okyanusunda boğuyordu beni.

8. Bölümün Sonu


Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

  1. Sanırım 7. bölümdeyken 'Sonraki Bölüm'e tıklayınca doğrudan 9. bölüme atlıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Benden kaynaklı teknik bir hataymış. Hemen düzelttim. ^^'

      Sil

Yorum Gönder

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *