Perilere İnanma-16

 16. Bölüm: Elmasever

"Uzun zamandır denetim yapılmıyordu," diye aralarında konuşmaya başladı iki oda hizmetçisi.

"Yine kadın bir memur... Neden onu seçtiler dersin?"

"Açıkça ortada değil mi? Hiç öyle duru bir güzellikle karşılaştın mı?"

Dedikodusunu yaptıkları surat maalesef bana ait değildi. Ama bir konuda yanılıyorlardı. Nefise'nin güzelliği sayesinde girmemiştim saraya. Şu anki mevkim kargalarla yaptığım anlaşmanın sonucuydu. Bana ait olmayan bir meziyet hakkında daha fazla söz duymak istemediğimden ciddiyetle boğazımı temizledim. Arkalarında olduğumu fark etmemişlerdi. Dedikodu ikilisi beni görünce telaşa kapıldı. Hızlı adımlarla koridoru terk edip salona geçtiler.

"Sabah denetimi için herkes sıraya girsin!" diye bağırdı saray tellalı. Şekilsiz kafası ve çıkıntılı yüz kemikleri nedeniyle ata benziyordu. Mübarek ağzını her açtığında iri beyaz dişleri apaçık ortaya çıkıyordu. Gıybetini yapmak gibi olmasın ama konuşuyor mu kişniyor mu belli değildi.

Sağ tarafa yatırdığı jöleli saçlarını düzeltti tellal. "Düzen ve intizama çok önem veririm memur hanım," derken benden aferin beklercesine gözlerini üzerime dikti. İlgisinden öyle çok bunalmıştım ki! Dünden beri hiç istemediğim halde fedaim kesilmişti.

Kapı eşiğinde dimdik durmuş vaziyetteyken hâlâ içeriye adım atmamıştım. Ahşap ve oldukça şık mobilyalarla döşenmiş büyük salonu şöyle bir süzdüm. "Üçüncü katta çalışanların hepsi burada mı?" diye sordum soğuk bir tavırla.

"Evet emriniz üzerine bütün renksizleri bekleme salonuna topladım."

Kaşlarım gayri ihtiyari çatıldı. "Ya diğerleri?" dedim sorgulayarak. "Sadece renksizlerin sayımını yapacağımı söylemedim ben. Sarayda renklileri hizmetliden saymıyor olabilirsiniz ancak onlar için de kayıt tutulması gerekiyor. Bu defterleri boşuna getirmedim."

İpleri ilk günden gevşek bırakırsam buradaki saçma kast sistemi beni de içine çekerdi. Disiplini sıkı tutmaya kararlıydım. Bu yüzden eksik şahıslar gelene kadar koltuk altıma sıkıştırdığım defterleri açmadım. İlkelerimden taviz vermeye hiç niyetim yoktu.

Renkli çalışanlar sarayda yiyicilerin gözü kulağı gibi davranıyordu. Kimse bu gerçeği doğrudan dile getirmiyordu, lakin her şey ortadaydı. Herkes onlardan çekiniyordu. Yiyicilerin kulağına kendi aleyhlerinde bir şey fısıldayacaklar diye renksiz garibanların ödleri kopuyordu. İspiyonculuk çok kötü bir hasletti. Gelin görün ki sarayda öyleleri kıdem ve kıymete sahipti. Üzerinde dev bir kristal vazo bulunan yemek masasına oturup ilk kayıt defterini açtım. Tek sıraya girmiş üçüncü kat hizmetlileri zamanı gelince masaya yanaşıyor, ellerini uzatıyorlardı. Bildiğiniz üzere çoğu çalışan rengini yitirmişti. Fakat o halde bile aralarında bariz farklılıklar mevcuttu. Kimisinin kontrastı yüksek kimisininki düşüktü. Teni soluk olanların hareketleri de ağırdı. Yani bu solgun kimselerin genel manada hasta ve yorgun bir görünümleri vardı.

İçeriyi dolduran insan kalabalığı gitgide azalırken kayıt tutmaktan bileğim kopmuştu. Neyse ki çilem bitiyordu. Kalemi elimden bırakmama dakikalar kalmıştı. Son bir kişi...

"Adınız? Yaşınız?" diye sordum yorgun bir tekdüzelikle. Bugün hep aynı soruları sormaktan artık gına gelmişti.

"Fulya Şeker. Kırk iki."

"Kırk iki mi?" dedim başımı defterden kaldırırken. Gencecik sesin sahibine hayretle baktım. En fazla yirmi yaşında olabilirdi.

"Evet gerçek yaşım kırk iki. Diğer herkes size son renkli yaşını söyledi ama bence bu kendini kandırmaktan başka bir şey değil. Fiziksel görünüşün sabit kalması ecelin geleceği vakti değiştirmiyor sonuçta."

Konuyu daha açık anlatması için onu konuşmaya teşvik ettim. Sarayda yalan üzerine kurulu daha nice meselenin var olduğunu çıtlattıysa da lafının devamını getirmedi. Bazı çekincelerinin olduğu belliydi. Hem salona sürekli birileri girip çıkıyordu. Kahya kişi burnu önde kapıda göründüğünde ters ve kötü bakışlarını hizmetçinin üzerine dikti. "Kaydın tamamlandıysa işinin başına dön hemen!" dedi sertçe. Kızcağız saygılı bir tavırla başını sallayıp ortadan kayboldu. O gittikten sonra aksi kadınla baş başa kaldık.

"Görev başında çene çalmak tasvip ettiğimiz bir davranış değil. Saydığım kuralları unutmadığını umuyorum."

"Çalışanlarla iletişim halinde bulunmak görevimin bir parçası. Soru sormadan kayıt tutmak imkansız. Müneccim değilim ne de olsa," derken istihzalı bakışlarımı büyük gözlerine sabitledim. Benden hazzetmediğini belirtircesine yüzünü buruşturdu ve salonu terk etti. Kindar kadın beni her gördüğünde kan davalısıymışım gibi davranıyordu.

Masadaki eşyalarımı toplayıp birinci kata indim. Firavun mezarı lakabını taktığım büroya ulaştığımda kapıyı arkamdan kapatıp kilitledim. Bazı erkek çalışanlar izinsiz çalışma alanıma giriyor, laubali tavırlarıyla beni rahatsız ediyorlardı. Başımın ağrımaması için kapıyı kilitli tutmak şarttı. Güzellik başa belaydı komşular. Nefise'nin gül yüzüyle yaşamak hiç kolay değildi. Dünyada Ebru olarak yaşamanın kıymetini şimdi çok iyi anlıyordum. Yan karakter rolüyle gayet mutluydum aslında.

Yıllık kayıtlar kaos içindeydi. Ne sınıflandırılmış ne de belli bir intizamla sıralanmıştı. Önceki memurlar herhalde yan gelip yatmıştı. İstediğim bir belgeye ulaşmak için bütün rafları altüst etmem gerekiyordu. Tabureyi yüksek kitaplıklardan birinin önüne çektim. Üzerine çıktıktan sonra en üst raftaki toza bulanmış defterlere uzandım. Hizmetçi kızın sözleri beynimi meşgul ediyordu. Ne demeye çalışmıştı acaba?

"Niçin bu kadar çok çalışıyorsun? Keşke sonunun ne olacağını bilseydin."

Kulağımın ansızın algıladığı ses yüreğimi hoplatırken dengemi yitirip dramatik bir biçimde yere yapıştım. Elimdeki defterler düşüşüm esnasında havaya saçılmış, en kalın olanı ise kafama isabet etmişti. Dertli başımı sıvazlarken masanın üstüne oturmuş oğlana sinirle çemkirdim. "Ödümü patlattın!" dedim tiz çıkan sesimle.

Ağzı dolu olduğu için cevap vermedi. İştahla yediği sulu elmanın tadını çıkarıyordu. Evet, misafirim kahve gözlü sevimli bir oğlandı. Sarayda çocuklarla hiç karşılaşmamıştım. Çalışanlardan en genç olanı on altı yaşındaydı. Karşımdaki yaramaz ise Rahşan'ın yaşıtı gibi duruyordu. Ayrıca siyah beyaz değildi, gayet canlı renklere sahipti. Buradaki renkli ispiyoncuların sönük halini düşününce bu kriterlerde bir insanı görmek ziyadesiyle şaşırtıcıydı. Pürüzsüz cildi altın kızın ışıltılı teni kadar parlaktı.

Yerdeki kağıtları kitapları toplamanın ardından şüpheli bir havaya bürünerek haylaz oğlana yaklaştım. "Büroya nasıl girdin? Yoksa sen de ışığa böceğe dönüşebilen şu çocuklardan mısın?"

"Günlerdir yanındaydım aslında. Ama beni ilk defa bugün görebildin." Aşağı sarkıttığı bacaklarını pıtır pıtır sallarken elindeki yeşil elmadan bir ısırık daha aldı. Maşallah küçücük ağzına büyük hacimli lokmalar rahatlıkla sığıyordu.

"O zaman görünmezlik yeteneğine sahipsin," diye tahmin yürüttüm. Sandalyeyi çekip tam karşısına oturdum ve kollarımı birbirine doladım.

"Görünmez değilim. Asıl yetenek beni görebilene ait ama herkes bu meziyete sahip değil. Önceki kızlar beni görebilseydi belki de o şekilde ölmezlerdi."

Önceki kızlar mı? Ağzından çıkan her kelimeye hükmeden ciddiyet tüylerimi ürpertmişti. Bir çocuktan duymayı beklemediğim sözlerdi bunlar. Gerçekte kim veyahut ne olduğunu çözmeye çalışırcasına oğlanı inceledim.

"Neyi kastediyorsun? Sarayda cinayet mi işlendi?"

Büyük sevgi beslediği elmasını nihayet elinden bıraktı. "Önceki memurların başına gelenlerden haberin yok galiba," diye acıyarak beni süzdü. "Yazık sana! Canavarın akşam yemeği olacaksın."

Kaşlarımı çattım. "Dediklerinden cidden bir şey anlamıyorum. Benimle dalga geçmiyorsun değil mi?"

"Hayır öyle bir amacım yok. Bu alaya alınacak bir konu değil."

Zıplayarak masadan aşağı indi. Ayakları yere bastığında gerçek boyu işte o zaman kesinlik kazandı. Cüssesi benimkinin yarısı kadardı. Gerçek şu ki aydınlık diyardaki çocuklar boylarından büyük laflar etmeye bayılıyorlardı. Görünmez oğlan, kulağı diklenen köpekler gibi bilinmeyen bir şeye belki de gaybtan gelen bir sese odaklanmıştı. Beni oracıkta bırakıp kapıya doğru dümdüz yürüdü. Kulağını kapının cilalı yüzeyine dayadı ve gözlerini usulca kapattı. Kaşlarım merakla kalkarken ne yapacağını bekledim. Neden sonra mırıltı şeklinde konuştu.

"Yiyicileri görmek istiyor musun?" dedi gözleri hala kapalıyken. "Şimdi acele edersen dördüncü katın merdivenlerinde onlardan birine rastlayabilirsin."

"Çok saçma!" diye hızlı bir tepki verdim ben de. "Neden onları görmek isteyeyim?"

"Saraya gelmekteki amacın efendiler değil mi?" Göz kapaklarını aralayıp bana döndü ve bilmiş bilmiş sırıttı. Bunu nasıl öğrendiği konusunda hiçbir fikrim yoktu fakat haklıydı çocuk. Günlerdir gözümü dört açmama rağmen yiyici yaratıklarını katiyen görememiştim. İçimdeki tecessüse yenik düştüğümden kilitli kapıyı açtım en sonunda ve kendimi uzun koridorda merdivenlere doğru giderken buldum. Renkli oğlana sebepsizce güveniyordum. Yalan söyleyecek birine benzemiyordu.

Ahşap merdivenleri çıkarken ayağımın altında doğup çevreye doğru büyüyen gıcırtılar sinirimi bozmuştu. Buradaki varlığımı cümle aleme duyuruyordu bu gürültü. Yani anlayacağınız sarayda gizli kapaklı işler yapmak mümkün değildi. Yukarı tırmandıkça dayanılmaz bir balık kokusu burnuma işkence ediyordu. Basamakları kullanan bir başka kişi daha vardı. Aşağı istikamete inen tüy kadar hafif adımlar muhtemeldir ki yiyiciye aitti.

Sarayın melun yaratıklarına karşı içimden nas felak okumaya başladım. Az sonra onlardan biriyle karşı karşıya gelecektim. Hedefimi kaybetmemek için üçer beşer tırmanıyordum basamakları. Hakikaten oğlanın öngördüğü şekilde dördüncü katta rastlaştık. Yiyici durmuştu, ben de hızımı kesmiştim. Olanca cesaretimle başımı kaldırdım ve açıkça onu inceleme cüretinde bulundum. Ayağıma kadar gelmiş fırsatı kaçıracak değildim.

Saraydaki genç hizmetlilerin aksine ziyadesiyle ihtiyardı yiyici. Boyu da kısaydı ve sırtında bir kamburu vardı. Genç olmadıklarını önceden tahmin ediyordum. Nitekim yanılmamıştım. Eklem yüzleri şişmiş, parmakları yan tarafa bükülmüştü. Buna rağmen ucunda renkli taşları olan harika yüzükler takmıştı. Bir kadının hayallerini süsleyecek cinsten mücevherlerdi bunlar. Ancak bozulmuş balık gibi kokması bütün artılarını siliyordu.

Kahya kadın, tatlı canımı seviyorsam yiyicilerin gözlerine bakmamam gerektiğini söylemişti. Göz göze gelince acaba taşa mı dönüşecektim? Şu an için taşa toprağa dönüşmek istemediğime emindim. Bakışlarımı yüzüne kadar çıkarmadım, kırış kırış boynunda sonlandırdım inceleme işini. Zaten istesen de bu namübarek yaratıkların nursuz çehresine iki saniyeden fazla bakamıyordun.

Dördüncü katın sahanlığında sadece ikimiz vardık. Normalde hizmetçilerin seri bir şekilde kullandığı merdivenler bütünüyle boştu. Yana kaydım ve ona yolu açtım. Çekip gitmesini bekliyordum lakin boşunaydı bekleyişim. Yiyici yerinden kımıldamıyordu.

"Yeni misin?" diye sordu apansızın. Titrek ve mecalsiz bir sesi vardı. Şu mırıltıyı duyan biri, konuşanın ölüm döşeğinde olduğunu sanırdı.

"Evet," dedim fakat diğer hizmetliler gibi efendim hitabını kullanmadım. Yiyiciler saygı göstereceğim en son kimselerdi. Kahyanın tavsiyesine biraz geç de olsa uymuş, bakışlarımı tamamen yere indirmiştim. Şimdilik yaratıkların gözünün içine bakmaktan sakınacaktım. Sonraki günler için aynı sözü veremeyebilirdim tabii. İşin aslı astarını öğrenmem lazımdı.

"Güzel bir yüzün var," derken adım adım yaklaştı. "Nadir bir güzellik bu..." Aramızda tahminen bir metrelik mesafe kalmıştı. Deforme olmuş parmakları sabit durmuyor, sürekli hareket ediyordu. Taşlı yüzüklerden saçılan parlaklık göz kamaştırıcıydı. Devasa taşları nereden bulduğunu merak etmeye başlamıştım.

"Doğu bölgesinde böyle bir yüzün yaşadığını bilseydik seni sarayımıza daha erken alırdık."

"İltifat ediyorsunuz. Abartılı bir güzelliğim yok," dedim mütevazi tavrımı hiç bozmadan. İçten içe yiyiciye hak veriyordum. Önceden dediğim gibi Nefise peri kızları kadar incelikli ve letafetliydi. Allah'ın cemal sıfatı imam kızının üzerinde tecelli etmişti.

"Seni denetim bölümünde çalıştırmak çok yazık olur. Üst katlarda bulunmalısın," dedi tuhaf bir imayla. İstem dışı hareket ediyormuş izlenimi veren parmakları hâlâ kıpır kıpırdı. Ne var ki aramızdaki diyalog bitmişti. Yollarımız birbirinden ayrıldığında sarayın içindeki her şeye dair amansız merakım dinmemiş, bilakis katlanarak artmıştı.

Deforme yaratığın son sözlerinin ne manaya geldiğini ancak birkaç gün sonra öğrenebildim. Jöleli tellal artık en üst katta çalışacağımın haberini verdiğinde rafları düzeltme işi neredeyse tamama ermişti. Günlerdir bütün dosyaları sınıflandırmakla meşgul olmuştum. Sayemde firavun mezarı düzen ve intizam kazanmıştı. Çikolata saçlı, kahverengi gözlü çocuk denetim odasından hiç ayrılmıyordu. Sanki bu kitap dolu büroya hapsedilmişti. Dışarıya tek bir adım dahi atamıyordu. Onu yeraltı zindanları hakkında soru yağmuruna tutmuştum. Ancak konuşmaya yanaşmıyordu. İlk karşılaşmamızın ardından keskin bir değişim yaşamış, kelimenin tam anlamıyla ketum kesilmişti. Bendeniz firavun mezarında çalışırken o da elma yiyip dalgın gözlerle beni seyretmekten başka bir şey yapmıyordu. Damarlarında kan yerine elma suyu akıyor olmalıydı.

"Önceden böyle bir şey hiç yaşanmadı. İlk defa memur kızlardan biri sağ bırakılıyor," diyerek yeni işime dair beklenmedik yorumunu yaptı. O esnada konuşkan tellalı yolcu etmekle uğraşıyordum. Kendisine kapıyı göstermesem kesinlikle akşama kadar buradan ayrılmayacaktı. Tellal karşımda eğilip bükülüp sıra sıra iltifat dizerken çalışacağım yeni katta ona bir daha rastlamamayı umut ediyordum.

Dev kapıyı gürültüyle kapatmanın ardından görünmez oğlana döndüm. "Demek sonunda sessizliğini bozdun," dedim memnuniyetle. Merdivendeki olaydan sonra yiyicilerin dikkatini çektiğimin farkındaydım. Firavun mezarında çalışan memurlar belki de gerçekten cinayete kurban gitmişlerdi. Aptal değildim. İşimin değiştirilmesinin altında başka niyetler yattığı apaçıktı. Her ne olduysa benim de aynı akıbeti yaşamamı istememişlerdi.

Elma aşığı oğlanla vedalaşmamız biraz hüzünlü gerçekleşti. En azından benim açımdan öyleydi. Hoş sohbet biri değildi ama bürodaki varlığı sayesinde yalnızlık hissiyle çok sık cebelleşmemiştim. Aynı yalnızlıktan onun da şikayetçi olduğunu düşünüyordum. Çünkü firavun mezarından ayrılması yasakmış gibi duruyordu. Belki de lanetlenmişti. Sözün özü bu kısacık sürede birbirimize arkadaşlık etmiştik. Parlak tenli çocuk bana Dalton kuzenlerimi anımsatıyordu. Pek dile getirmesem de Severler Motel'i fazlasıyla özlemiştim.

Akşam melodisi yankılandığında denetim odasında son dakikalarımı yaşıyordum. Oğlanın ifadesiz tutmaya çalıştığı yüzü yavaştan değişiyordu. Hicran acaba onu üzmüş müydü? Kapının kulpunu tutarken bir anlığına duraksadım ve hızlı bir karar değişikliği neticesinde hemen arkamı döndüm. "Seni buradan kurtaracağım!" diye tüm inancımla söz verdim ona. "İnşallah özgürlüğüne kavuşacaksın."

Gözlerinden kısa bir şaşkınlık dalgası geçti fakat hemen duruldu o kahverengi deniz. "Ara sıra ziyaretime gelmen yeterli," dedi buruk bir gülümsemeyle.

"Ara sıra değil sık sık geleceğim." Ablalık damarlarım kabarmıştı. Küçük oğlana sarılma isteğimi güçlükle zapt ettim.

"Böyle yapman çok zor. Dokuzuncu katta doğrudan yiyicilerin emri altında çalışacaksın. Pek boş vaktin olmayacak."

Haklıydı. Yiyicilerin tembellik yapmama izin vereceklerini hiç sanmıyordum. Tekrar kapı kulpuna uzanırken ikinci kez duraksadım. Bu gidişle firavun mezarından hiç çıkamayacaktım. "Bu arada," dedim. Aklıma ani bir şey gelmişti. "Biz seninle doğru düzgün tanışmadık. Ben Ebru. Senin adın ne?"

"İbrahim."

***

Saat kuleleri ülkeye gece ninnisini duyurduğunda uyku isteğine yenilmemek için olduğum yerde koşmaya başladım. Kollarımı kaldırıp indirirken üzerime çöken ağırlıktan kurtulmaya çalışıyordum. Çünkü yapmam gereken tonla meşguliyet vardı. Yatağa girmek için henüz çok erkendi. Haklı sebeplerle kutu kadar odada illegal egzersizimi sürdürdüm. Hakikaten sonuç başarılıydı. Uykum az buçuk kaçmıştı.

Denetim odasındaki son iş günümde bazı sararmış defterleri odama indirmiştim. Mühim olduklarını düşünüyordum. İleride bana gerekebilirdi bu kayıtlar. Artık dokuzuncu katta çalışacaktım. Neyse ki büyük bir incelik gösterip manzaralı odamı değiştirmemişlerdi. Bahçe katına aşıktım. Buradan ayrılıp üst katlardaki soğuk ve ruhsuz odalarda kalmayı hiç istemiyordum.

Yine her zamanki kaçamağımı yapıp pencereden atladım ve mis kokulu bahçeye adım attım. Pervaza bıraktığım bir iki tane kaçak defteri sırayla getirip bankın üzerine koyduktan sonra en son Zorro'yu içeriden aldım. Bu bahçe keyiflerini asla onsuz yapmıyordum. Zavallı Zorro bütün gün odada yalnız kalıyor, gelişimi bekliyordu. İş kadını olmanın kötü yanlarından biri daha! Korkulukla ne vakit geçirebiliyor ne de dertleşebiliyorduk.

Bankın üzerine bağdaş kurup defterleri kucağıma aldım. Sarayda yaşayanlara akıl sır erdiremiyordum. Böyle muazzam bir yer nasıl olur da bütün gün boş kalırdı? Etrafta kimsenin dolaşmaması aslında benim açımdan gayet iyiydi. Koca bahçe Ebru Severler'e tahsis edilmiş gibi hissediyordum. İnsanın arada kendini şımartması gerekiyor sevgili dinleyenler.

Evet, şimdi de biraz iş güç konuşalım. Denetimi belirlediğim sırayı takip ederek yürütmüş, bir katı bitirince yukarıdaki diğer kata geçmiştim. Şayet görevime devam edebilseydim çalışanların yaşı, cinsiyeti, sarayda kaç yıl çalıştıklarına dair geniş bir bilgiye sahip olacaktım. Böylece kimi kendi safıma çekebileceğimi ölçüp tartabilecek ve en doğru kararı verecektim. Yine de ulaştığım son nokta o kadar karamsar değildi. Karınca misali harıl harıl çalıştığım günler zarfında istemediğim yoğunlukta malumata ulaşmıştım. Öğrendiklerim arasında en önemli bilgi hiç kuşkusuz renksizlerin yaşıyla ilgili olanıydı. Yiyiciler tarafından renkleri emildiğinde o halde yani aynı yaşta sabit kalıyorlardı. Kesinlikle yaşlanmıyorlardı. Kötü haber şuydu ki ömürlerinde uzama veyahut kısalma olmuyordu. Kırk iki yaşındaki hizmetçinin dediği gibi eceli kaç yılsa o miktarda yaşayıp sonra da hakkın rahmetine kavuşuyordu her renksiz.

Yüzümü okşayan rüzgara tebessüm ettim. Apaydınlık göğün altında bütün ülkenin uykuda olduğu düşüncesi çok garip geliyordu. Hepsi saat kulelerinin marifetiydi. Hiç şüphesiz uykuya yenilmemiş gözler de vardı bu yemyeşil diyarda. Kara Amir'in uyanık olduğuna emindim mesela. Sorumluluk sahibi ve fedakar bir karaktere sahipti.

Kendimi suçlu hissediyordum. Korkuluğu azıcık yanıma çektikten sonra "Zorro," dedim sır verircesine. "Amir'e haksızlık mı ettim sence? Biliyorum o kadar sert konuşmamalıydım. Sonuçta kendisi de emir kulu. Ülkesinin selametinden başka bir şey düşünmüyordu. Hem bana karşı hiçbir garezi yoktu."

Artık emekliye ayrılmış siyah ceketli Zorro yanıt vermedi. Sanırım o da bana küsmüştü. Erkek dayanışması sergiliyordu. Ne de olsa Amir'le dostlukları benimkinden daha eskiydi. Perihan Nine'yle uzun yıllar boyunca beraberdiler.

Defterin sayfalarını hızla çevirirken gözüm yazılanları görmüyordu. "Keşke Amir burada olsaydı," dedim oflayarak. En azından ondan özür dilerdim. İyi bir şekilde ayrılmalıydık. Kırgınca bitmişti her şey. Oysa Perihan Nine ona güvenebileceğimi söylemişti.

İnsanın vicdanıyla baş başa kalması ne zor şeydi! Güzel düşüncelere odaklanmaya çalıştığım sırada ağaçların içinden birtakım hışırtılar geldi.

"Ebru," dedi kısık ve bitkin bir ses. Amir'di bu! Hemen ayağa kalktım. Uzun karartısı göründü tünel zabıtasının. Bana doğru yalpalayarak yürümeye başladı. Gövdesini güçlükle taşıyor gibiydi. Kara Amir yanıma ulaşamadan yere yığılmıştı. Koşarak imdadına yetiştim. Pelerini ıslaktı. Bedeninden akan siyah sıvı çimenleri kapkara boyadığında korku içerisindeydim. Ne olduğunu anlamak için pelerine dokundum ve parmaklarıma bulaşan şeyi yavaşça burnuma götürdüm.

Mahir burada olsaydı havadaki oksijenle reaksiyona girmiş demir kokusunu bariz alırdı. Bilek gücüne güvenen yakuzalar da kanın kokusunu iyi ayırt edecek adamlardı. Elime bulaşan bu kara şey kandı. Amir'in kanı... Peçeli kahraman yaralıydı.

16. Bölümün Sonu


Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *