Perilere İnanma-10

 10. Bölüm: Cüce

Durmak bilmeyen hayatın telaşından ve çılgın hızından sıyrılıp kendinize ayırdığınız sessiz ve dingin zamancıklar olur bazen. Bu kıymetli vakit dilimleri çok kısa sürmesine rağmen sizi yüzyıllık uykular kadar dinlendirir. Mesela bazı namazlarınız inanılmaz tatlı gelir. Secdeyi uzattıkça uzatır, selam verdikten sonra doya doya dua edersiniz. İyice şenlendiğinizden kalbiniz pıtır pıtır atar. Anne babadan başlayıp bütün akrabalara, tanıdıklara ve ahirete göçmüşlere hayır duaları dökülür dilinizden. Tespih çeker bir de Kabe imamlarına özenip azıcık makamlı Kur'an okudunuz mu bütün enerji depolarınız ağzına kadar dolmuştur artık. Seccadeyi kaldırıp ayaklandığınızda sanki sırtınızdan bir dünya yük kalkmıştır. Manevi huzur çok başka be komşular!

Ne yazık ki öyle anlarım pek sık değildir benim. Ama o sevilesi anları yakaladığımda etkisi kolay kolay geçmez üzerimden. Severler Motel'in yoğun çalışma koşulları gözümde hafifler mesela. Dalton kuzenlerime minimal düzeyde çemkiririm. Mahir'e bile daha az sinirlenirim. Kısacası yaratılanı severim Yaradandan ötürü.

"Sence de İbrahim'le Nefise birbirine çok yakışmıyor mu?" diye beni dürttüğünde yengem, ocak başında hanım hanımcık çorba karıştırıyordum. Başımın üstündeki pembe bulutlar, hu hu zikirleriyle ötüşen kuşlar yani kısacası bütün manevi atmosfer o anda yok olup gitti. İçimden böğür böğür ağlamak geldi.

Kedi gibi acıyla mırıldadım. "Yenge onları hiç birlikte gördün mü ki? Yakından bakınca belki yakışmıyorlardır," dedim. Tam da şu an kızışmış hislerimi belli etmemek için üstün çaba sarf ediyordum. Fatma yengem üçgen şeklinde böldüğü hamur dilimlerini sigara böreği gibi maharetle sararken başını kaldırıp bana hayretle baktı. "Son günlerde pek bir garip oldun sen de Ebru. İbrahim'in Nefise'yle evlenme niyetinin olduğunu sağır sultan bile duydu. Gerçekten haberin yok mu?"

"Yok işte yok yenge! Olmak zorunda mı? Hem bana ne başkasının aşk masalından!" Tahta kaşığı sertçe tezgaha bırakıp mutfağı kaçarcasına terk ettim. Çok duygusal anlar yaşıyorum şu an, sakına dokunmayın bana.

Motelden dışarıya adım atarken açık havada biraz nefeslenmeyi umuyordum. Çiçeği burnunda aşık çiftin arasındaki ilişki öyle hızlı gelişmişti ki işgüzar yönetmen yüzmeye gittiği gün evlilik meselesini imama açmıştı. Sinsi böcek! Nefise'nin babası ne yazık ki bu işe olumlu bakmıştı. Şimdi köydeki herkes İbrahim'in ne zaman kızı istemeye gideceğini konuşuyordu.

Dışlanmış, kapının önüne itilmiştim sanki. Öylesine kötü bir ruh haletine girmiştim. Hayat sahnesinde ışıklar ne zaman benim üzerime düşecekti canım Allah'ım? Biliyorum sen hiçbir varlığı boşuna yaratmadın. Her canlı senin katında çok değerli ama insan kulların ısrarla kendimi değersiz hissetmeme sebep oluyor. Şu anda Severler Motel bahçesi soluklanıp sakinleşmek için hiç de müsait bir yer değildi. Hava sahamı kirleten muhteremler elbette yakuzalar idi. Kudo şezlongda göbeğini ikindi güneşine çevirerek sırtüstü uzanmış, Hawaii modası kıyafetleriyle şekerleme yapıyordu. Adamlarından biri piknik tüpü üstünde yeşil çay kaynatadursun öbürü mangal yelpazesiyle Kudo'yu serinletmeye çalışıyordu. Severler Motel'i iyice evleri belledi şu mafyalar.

Çete lideri kısa sürede beni fark ederken güneş gözlüğünü burnundan aşağı kaydırıp başını hafifçe kaldırdı. "Teklifimi kabul ettiğini söylemeye mi geldin?" dedi mırmır sesiyle. Takano Çin malı yelpazeyi sallamayı kesmiş, o da kafasını bulunduğum tarafa çevirmişti. Mahirlerin etrafta olmadığı vakitler Kudo benle Türkçe konuşuyor, öbür türlü saf Japon turist rolüne devam ediyordu. Kurnaz adamdı doğrusu.

Sinir bozucu sorusunu "Hayır," diye cevapladım. Diğer iki yakuza Türkçe bilmedikleri için haliyle liderle aramdaki konuşmayı anlamıyorlardı.

"Bu işten kazançlı çıkacağını çok iyi biliyorsun. Kiraz çiçekleri, zamanında açınca güzeldir. Neden inat ediyorsun?"

"Kazançlı mı?" diye bariz bir şekilde küçümsedim lafını. "Para her şeyi satın alamaz Kudo Bey. Seven adamın yüreği parayla değişmiyor mesela."

Sarkık gıdığı dalgalandı, göbeğini hoplatarak kahkaha attı koca adam. O esnada şezlong kırılacak diye endişelensem de pek belli etmedim. Herhangi bir hasar durumunda Japonlardan üç dört katı para alırdım nasılsa. Kollarımı göğsümde bağlayıp ona ters bakışlar atınca nihayet susma inceliğinde bulundu. Gözlüğünü geri takıp kollarını başının altında birleştirdi. "Dikkat et. Periler aşık olduğunda güçlerini yitirir," diye keşişler gibi konuştu. Gözlerimi devirmeden edemedim. Sesini şöyle üfürümlü, gizemli çıkarmıyor mu cidden komik oluyor. Yakışmıyor yakuzaya.

"O hikayeyi biliyorum. Japonya'da size hep peri masalları mı okunuyor?"

"Ne çok şey biliyorsun," dedi kuşkuyla. Hayır yani Kudo beş yaşında bir kız çocuğu da değildi. Nedir bu cin peri merakı? Hırıldar gibi nefesimi dışarı koyverdim. Sonra ne mi yaptım ruh sağlığım için diyaloğumuzu oracıkta kesip mutfağa geri döndüm. Akşam yemeği hazırlıklarını yengemin omuzlarına yıkamazdım. Ayrıca daha Perihan Nine'ye yemek de götürecektim. Çorbanın dibi tutmuş olabilirdi. Anlayacağınız öyle arkasına bakmadan çekip gitmeler bana göre değildi. Tıpış tıpış dönüyordum kürkçü dükkanına işte.

Gördüğüm geyikli rüyadan sonra yersiz bir kuruntuya kapılmıştım. Şeffaf taşı boynumdan hiç çıkarmıyordum artık. Hatta yoğun bir koruma içgüdüsüyle iyice sahiplenmiştim. Beş liraya aldığım çakma kolyelerden düşmüş olamazdı bu şey. Değerli görünüyordu. Kim bilir belki de gerçek bir mücevherdi. En kıza zamanda ederini öğrenmeliydim. Kasabaya indiğimde kuyumcuya gitmek şarttı.

Bugün psikolojik bunalımdan kaynaklı olsa gerek boynumdaki taş tuhaf şekilde ağırlık yapıyor, kalbime bası uyguluyordu. Ah komşular, benden başka herkes evli mutlu çocukluydu! Parmağına tektaş takmış lise arkadaşlarım birbirlerine iyice kenetlenmiş, evli evlinin halinden anlar düsturuyla dostluklarını geliştirmişlerdi. Bendeniz bekar Ebru'yu ise hiç acımadan bu dostluk halkasının dışına itmişlerdi. Merdiven basamaklarını ağır ağır çıkarken teselli vermek istercesine kollarımı kendime doladım. Evde kalmak, sevilmemek kötü bir şey değil Ebru. İnsanların aşklarına saadetlerine bakıp hayıflanmamalısın hayatım. Sen böyle de tatlısın tamam mı?

Akşam yemeği saatinde yemekhanede bulunmayacaktım. Yönetmenle ve yakuzalarla aynı ortamda aynı havayı solumak istemiyordum. Neyse ki Mahir servis sırasında Fatma yengeme yardım edeceğini söylemişti. Ümit edelim de ortalığı kırıp dökmeden bu işi halledebilsin. Mutfak tezgahını laboratuvar masası sanıp yemeklere kezzap karıştırmasından çok korkuyorum.

Perihan Nine'nin sepetini hazırladıktan sonra hemen yola çıkamadım. Zira Sevda Nine motele uğrayıp beni lafa tutmuştu. Bugün uzak bir köyden diş ağrısı için ona gelen kısa boylu bir adamdan bahsetti. Hiç böylesine iri diş görmediğini, üst çenedeki kesici dişi kerpetenle çekerken çok zorlandığını hayretle dile getirdi köyümüzün şifacı kadını. Kapı önünde, Severler Motel levhasının altında iskemlelere kurulmuştuk.

Gel gelelim günün dizi saatine.

"İyi dinle beni Ebru. Bu çok eski bir öykü. Zaman ötesi zamanda henüz günahlar bu kadar yaygın değil iken güvenli ve nizamlı bir eyalette dürüst insanlar yaşarmış. Buranın valisinin ise güzel mi güzel bir kızı varmış," diye ağır ağır girizgah yaptı ihtiyarcık. Sıcak bir ikindi çayı eşlik ediyordu muhabbetimize. Sevda Nine kötü sonlu aşk hikayelerinden birini anlatmak için bastonuna yaslanmış, ağzını aralamıştı. Efkarlanmak için iyi bir vakit değildi bence. Zaten boğazıma kadar tırmanan sıkıntı ve üzüntüm vardı.

"Neden hep güzel kızların hikayesi anlatılıyor?" dedim kendi yaramı deşerek. "Neden kimse güzel olmayan kızlardan bahsetmiyor? Onlar da sevmeye ve sevilmeye layık değil mi ninem?"

"Çirkinler talihlidir kızım. Yakışıklı oğlanları kaparlar hep. Hasetinden kimse onlar hakkında konuşmak istemez."

"Hiç de bile. Ben talihli olduklarını düşünmüyorum," diye dudak büktüm. En büyük kanıtı da benim işte. Hani nerede yakışıklı oğlan? Ne parmağımda yüzük var ne de başımı sokacağım pembe panjurlu saadet yuvam.

"Çirkin şansını inkar edemezsin yavrum."

"Ayıp olmuyor mu nineciğim? Ne yani ben çirkin miyim?" derken fazlasıyla içerlenmiştim. "Hani Allah herkesi güzel yarattı diyordun?"

"Orası öyle tabii. Rahman'ın işine karışılmaz," deyip höpürdeterek çayından bir yudum aldı Sevda Nine. Mavi damarların iyice belirginleştiği buruşuk elini havada salladı. "Aman sorma bana şöyle saçma şeyler. Siz gençler pek bir acayip seviyorsunuz. Ben akıl erdiremiyorum sizin aşk meşkinize."

Önce eski sevdalardan biraz dem vurdu, ardından ağır dram içeren kötü sonlu öyküsüne kaldığı yerden devam etti. Allah güzelliği de imtihanla birlikte veriyor dostlar. Hikayemizde ceylan gözlü kızcağız müşkül bir hastalığa yakalanmış. Yedikleri midesinde durmuyor, bunları son lokmasına kadar kusuyormuş. Günden güne zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış. Et ve sebze sularıyla onu ayakta tutmaya çalışmışlar ne var ki içtiklerinin çoğunu geri çıkarıyormuş. Hekim hekim, belde belde gezmişler ancak hastalığın sebebini de devasını da bulamamışlar. Dermanlar, eczalar aciz kalmış. En sonunda dağ eteklerindeki mağarada inzivaya çekilmiş ak sakallı bilgine gitmelerini salık vermiş hekimlerden biri. Babası tek başına yola düşmüş. Çölleri tepeleri aşmış ve nihayet bahsedilen mağaraya varmış. Bilgin üç gün üç gece susmuş, ağzını bıçak açmamış. Koca vali ihtiyar bilginin abdest suyunu taşımış, mağarasını temizlemiş, aş için ot toplamış, gönüllü olarak ak sakallıya hizmet etmiş durmuş. Üç günün ardından nihayet ihtiyar bilgin kelam etmiş ve valiye hastalığın şifasını söylemiş. Kız şayet birini sever ve sevdiği adamın yüreğini kırk ayrı dumanda tütsüleyip yerse bu illetli hastalıktan kurtulurmuş. Ama sıhhate ermesi için mühim bir şart varmış. Yüreğini yiyeceği adamın da muhakkak ki kızı sevmesi lazımmış.

Vali memleketine dönünce ilk iş olarak güzel kızına gönlünü kaptırmış yağız delikanlıları aratıp taratmış ve hepsini konağına çağırmış. Kızının sevdalanacağı kişiyi damadı yapacağı, dillere destan bir düğün tertip edeceği sözünü vermiş. Böylelikle gençler arasında bir yarış başlatmış. Bu pek acayip işi biricik evladından itinayla gizlemiş tabii. Ne yaşlı bilge ne de verdiği reçete hakkında konuşmuş. Gel gör ki birbirinden mert, yakışıklı, yiğit delikanlılar kızın dikkatini çekmeyi bir türlü başaramamışlar. Dilberin penceresine güller mi atılmamış, Davudi seslerle şiirler mi okunmamış, aşk mahnıları mı söylenmemiş... Bütün gününü yatakta uzanıp gözünü kapatarak geçiren kız ancak kusacağı zamanlar ayağa kalkabiliyormuş. Hastalığının meşakkatinden pencereye gidip bakacak takati hiç yokmuş ki ona sevdalı gençlerin terennümlerini işitsin.

Şehrin sefil bölgesinde yaşayan doğuştan yetim bir hırsız kime ait olduğunu bilmeden yıldızlı gecelerin birinde valinin konağına musallat olmuş. Işıklar tek tek sönüp de ev halkı uykuya çekildiğinde gürbüz delikanlı konağın bahçeye bakan çiçekli penceresini gözüne kestirmiş. Ağacı kıvrak çevikliğiyle tırmanmış, sağlam dalları kullanarak aralık duran pencereden içeriye hop diye atlamış. Atlamış ama girdiği odanın gül güzeli bir ahuya ait olduğunu nereden bilsin? Ayın şavkıdığı o nazenin yüzü görünce sevdanın ateşi düşmüş erkeğin yüreğine. Hiçbir eşyaya dokunmadan ayrılmış konaktan ama her akşam gecenin geç vaktinde valinin hanesine gelmeyi adet edinmiş. Mahparesine bakmaya doyamıyor, kız sessiz sessiz düş görürken genç hırsız başucunda oturup saatlerce onu izliyormuş. Ne yaman şeydi şu sevda! Hırsıza parayı, alime ilmi, yolcuya gittiği yolu unuttururdu.

Esasında valinin kızı da her gece düşünde penceresinden içeri atlayan alp bir delikanlı görüyormuş. Günden güne iyice alışmış bu latif rüyalara. Sevdalanmış ki ne sevdalanmış hülyalarındaki adama. Kız düşünde sevdalısını görmek için uykuya sımsıkı sarılırken adam azizesine uyanık rastlamak için her gece ümitle konağı ziyaret ediyormuş. Şiddetli kusma ve bulantılardan mecali kalmayan kızın bir bahar gecesi gözüne uyku girmemiş. Rüyadan mahrum kaldığı için kederlense de odasına gelen misafiri gördüğünde yüzüne kan gelmiş. Zira bu düşlerindeki er kişiymiş. Aralarındaki muhabbet böylece nakış nakış işlenmiş sadırlarına. İki sevdalı herkesten gizli sürdürmüş bu buluşmaları.

Bir gün nasıl olduysa kızın kulağına babasının acip planı çalınmış. Valinin sağ kolu baklayı ağzında tutamayıp bilgenin sırrını karısına anlatmış. Karısı gelinine, gelini hizmetçisine, hizmetçi de en nihayetine valinin hasta kızına. Çok korkmuş zavallıcık. Sevdiği delikanlıya katiyen kavuşamayacağını anlamış. Yoksa babası adamı sağ koymaz, yüreğini göğsünden çıkarıp bin türlü oyun oynayarak kıza yedirirmiş. Esasen vali mukavemetli adammış. Kafasına koyduğu her işi mutlaka yaparmış. Tek çocuğuna olan düşkünlüğü ona akla sığmaz kararlar aldırabiliyormuş işte.

Hasta kız, yârine bir zarar gelmesin diye aşkını inkar etmiş. Delikanlıya ağza alınmaz laflar etmiş. Bir daha da bu konağa ayak basmamasını söylemiş yoksa başını dar ağacında sallandıracağına dair yeminler içmiş. Sevdiğinden böyle acı sözler işiten genç hırsızın kalbi kırılmış. Çekmiş gitmiş o vilayetten. Fakat konağın bekçisi iki aşıktan ne zamandır haberdarmış. En sonunda valiye meseleyi açmış. Muştuyu alan baba, askerlerini salmış dört bir yana. Hırsızı arama emri çıkartmış. Çok sürmeden bulmuşlar aradıklarını. Delikanlının göğüs kafesini yarıp yüreğini yerinden söküp çıkarmışlar ve tıpkı bilgenin dediği gibi kırk ayrı buharda tütsülemişler. Kusma nöbetlerinin birinde baygınca yatan kıza eti yedirmişler. Hizmetçiler çenesinden tutarak güçlükle çiğnetmişler tütsülü eti. Sevdiği adamın kalbini yediğini bilmeyen kız her lokmada şifa bulduğunu hissetmiş. Kursağından geçen bütün besinleri inatla püskürten midesi yıllardan sonra ilk defa aldığı gıdadan rahatsızlık duymamış. Hasta, sıhhatine kavuşurken sevdiği delikanlının izini bulup ondan özür dilemek istemiş. Ne var ki içine bir kurt düşmüş. Hizmetçileri sorgudan geçirip meselenin aslını öğrendiğinde kahrından yataklara düşmüş. Yemek yemeği yasaklamış kendine. Midesine giren son şey sevgilinin yüreği olmuş. Açlıktan ölmüş zavallı.

Sevda Nine'nin anlattığı elem dolu imkansız aşklar insanı kanser ederdi. Bazen bütün o öyküleri kendi kafasından türettiğini düşünüyordum. Mola için yandaki dinlenme tesisine yanaşan otobüsler curcunaya sebep olmuştu. Müşteri akımını gören Ayten Ablalar müziğin dozunu kaçırmıştı yine. Sevda Nine'yle birlikte kalabalığı seyrederken bakış açıma yönetmen girdi. Omzunda kamera çantasıyla yolun karşısındaydı. Tepe taraflarından aşağı inmişti sanırım. Camiden geliyor olsa gerekti. Bu ne gözü kara aşktı yahu! Nefise'yi görmeden tek bir gün duramıyordu. Belgeselcinin karşıdan karşıya geçip motele doğru ilerlediğini fark edince ninemden artık müsaade istedim. Onu kapılarda karşıladığımızı sanıp da sevinmesin düşmanım. Yemek sepetini koluma takıp hızlıca ayaklandım. O sırada İbrahim de bahçe kapısından giriş yapmıştı.

Kaşlarımı çatarak itici bir bakışla süzdüm zatını. "Hayırlısıyla ne zaman motelimizden ayrılacaksınız İbrahim Bey? Belgesel filminiz için gerekli bütün görüntüleri çoktan toplamış olmalısınız."

"Araştırmalarımı sürdürüyorum. Henüz istediğim sonuca ulaşamadım," dedi. Benden hoşlanmadığını biliyordum. Sanatını icra etmeye çalışırken hep tenkitle yaklaşıyordum ona.

"Sorması ayıp belgeselinizin konusu nedir? Köyümüzün filmlere konu olacak nasıl bir özelliği olabilir acaba?" dedim ince bir alayla.

"Renkler," diye kendi kendine mırıldandı. "Köyünüzde çok canlı renkler var."

Kesinlikle mantıklı bir cevap değildi bu. Anlamsızdı sözleri. "Daha gerçekçi bir yanıt beklerdim," diye homurdanarak motelden uzaklaştım. Kulübeye vardığımda kararan hava geniş bir gömlek gibi köyün üzerine çökmüştü. Nadiren tek başıma böyle geç saatlerde dışarı çıkardım. Perihan Nine'yi sıklıkla gündüz vakti ziyaret ettiğimden şu akşam saatinde tepenin üstündeki küçük kulübe her zamankinden farklı gözükmüştü gözüme. Esrarlı ve hatta ürkütücü duruyordu. İçimde tarifini yapamadığım bir huzursuzluk peyda oldu o an. Nedendir bilinmez hızıma hız kattım. Acele etmek gerektiği hissine kapılmıştım zira. Sol kolum sepeti sıkıca yüklenmişken sağ elim önümü göreceğim şekilde feneri tutmuştu. Soluk soluğa tepenin sarp patikasından yukarıya çıkıp korkuluğun yanına vardım. Cebimden yedek anahtarı çıkarmaya davranırken birden olduğum yerde donakaldım.

Beyaz boyalı dış kapı aralıktı. İçerideki zayıf ışık cansızca dışarıya süzülüyordu. Kuşkuyla ilerledim. Bu küçük hanenin lambası yanıyor olmasına rağmen ortalıkta kimsecikler yoktu. Yaşlı kadıncağızın yatağı boştu. Korktuğum başıma gelmişti işte! Biliyordum, ters giden bir şeylerin olduğunu biliyordum! Banyoyu aceleyle kontrol ettim. Zaten minicik bir kutudan farksız kulübenin her karışını gözden geçirirken hasta ve dermansız kadının dışarı çıkabileceğine akıl erdiremiyordum. Ayağa bile güç bela kalkıyor, elzem ihtiyaçlarını bin cefayla karşılıyordu.

Öne eğilip el ayamı yatağın çarşafında gezdirince kaşlarım çatıldı hemen. Soğuktu. Yatağından ayrılmasının üzerinden uzun bir vakit geçmiş olmalıydı. "Perihan Nine!" diye umutsuzca seslendim gölgeli duvarlara. Issız tepede yankılanan kaygılı sesim o sırada kulağıma çok yabancı geldi. Pencerenin ötesindeki karanlığı sonsuz ışıklarıyla yaran Saraygil şatosu dikkatimi celbettiğinde kafamın içindeki bulanık düşünceler iyice birbirine karıştı. Şu masalımsı yapı bana hiçbir vakit tekin görünmemişti. Belki üstünde durulmayacak bir konuydu ama Perihan Nine gözünü ormandaki saraydan asla ayırmazdı. Orada yaşayanların kaybolma meselesinde bir parmağı olabilir miydi?

Fantastik tasavvurları bir kenara bırakıp el fenerini yanıma aldım, dışarı attım kendimi en sonunda. Kulübenin etrafında tam daire çizerek çepeçevre araştırdım civarı. Ne yazık ki hiçbir ize rastlayamadım. Ah Perihan Nine nelere gittin sen? Yorgunluktan bitap düşmüş vaziyette korkuluğun yanında sonlandırdım adımlarımı. Yere çöküp feneri çimenlerin üstüne gelişigüzel attım. "Sana yine işim düştü Rahşan. Şimdi gelsen ne iyi olurdu," dedim yorgunca. Altın kızla birlikte Kaplumbağa Evi'ne giderek Perihan Nine'yi soruşturabilirdik. Kaplumbağaların haber ağı çok genişti. Muhakkak bir ipucu elde ederlerdi.

Oturduğum yerden korkuluğun gövdesini çekiştirdim. "Zorro," diye sitem ettim. "Neden korumadın Perihan Nine'yi? Sana güvenim tamdı oysa. Niçin görevini yerine getirmedin?"

Sesini çıkarmadı. Cevap vermeyecekti. Ne bekliyordum ki? Çocukluğumdan beri kendi kendimi kandırıyordum. Sıradan, işe yaramaz bir korkuluktu o. Kahramanlıkla hiçbir alakası olamazdı Ebru. Bacaklarımı uzatıp topuklarımla çimenli toprağı pat pat dövdüm. Neden çevremdeki insanlar bir bir kayboluyor Allah'ım? Köyümüz güvenli bir yerdi ve buranın ahalisinden zarar gelmezdi. Perihan Nine'nin hiçbir yakını da yoktu ki onlar kadıncağızı yanlarına götürmüş diyeyim.

Dakikalar sonra dert yanmaktan vazgeçmiş, kulübeye geri dönmüştüm. Gayem ihtiyarcığın nereye gittiğine dair ufak da olsa bir işaret yakalamaktı. Erzak dolabını kenara çekmeye çalıştım. Duvardaki oyuk önceki seferin aksine boştu. Besbelli ki buradaki gazete yığınları çıkarılmıştı. İçinde her ne vardıysa çoktan alınmış gibi görünüyordu. Perihan Nine oyuğu kurcaladım gün bana aşırı tepki göstermişti. O zaman yumuşak mizacıyla bağdaştıramamıştım ani parlayışını. Şu çatının altında kesinlikle bilmediğim birtakım esrarlar vardı ve çözülmeyi bekliyordu.

Cinayet masası müfettişi edasıyla düşüncelere dalmışken kulübenin kapısı gıcırdayarak aralandı. Başımı hızla arkaya çevirdim. Cüce denebilecek boyda bir adam duruyordu kapı eşiğinde. Yüzü yetişkinlere benzer olgunluktaki küçüğün kolları ve bacakları çok kısaydı. Yayvan ve çirkin bir şekilde güldü bana. O an üst çenesindeki kesici dişlerinden birinin eksik olduğunu fark ettim. Ağzındaki karanlık boşluğu açığa çıkarmıştı bu yokluk.

"Bir peri daha!" diyerek ellerini keyifle ovuşturdu. Kısa bacaklarını hareket ettirerek adım adım yaklaştı. Hırslı ve iştahlı bakan gözleri yuvalarından çıktı çıkacaktı neredeyse. "Seni efendilere satarsam çil çil altınla doldururlar kesemi. Yaşlı peri elimden kaçtı ama senin gitmene izin vermeyeceğim."

Cebinden kabaca bir mendil ve esans şişesine benzer bir şey çıkardı. Mendile cam şişedeki sıvıdan üçer damla akıttı. Sıvıya temas eden kumaş saniyede kapkara bir keçeye döndü. Uğursuz cüce hohlayarak nefesini mendile verince kara kumaştan keskin kokulu dumanlar açığa çıktı.

"Hoşt hoşt ifrit! Seni küçük şeytan uzak dur benden!" diye bağırırken üst üste euzu besmele çektim. Abdest almadan gece vakti dışarı çıkarsam olacağı bu tabii.

"Şeytan mı? Kalbimi kırıyorsun peri," dedi süfli yaratık. Besbelli ki niyeti beni zehirlemekti. Banyoya kaçabilirsem oradan çamaşır suyu alıp kendimi bu günahkar mahluktan koruyabilirdim.

Duvardaki oyuğun önüne geçerek cücenin görmesini engelledim. Bir şeyler aradığımı bilsin istemiyordum. "Sana yaşlı perinin yerini söylememe izin ver," dedim numaradan. "Şu banyoyu görüyor musun işte oradaki şişede saklanıyor. Periler şişelerde saklanmayı severler."

İnanmayarak bakıştı benimle. Fakat içine kuruntu düştüğüne emindim. Aptal birine benziyordu. Düşünüyormuş gibi görünmek için hımhımladı. Bu duraksamasından yaralanarak çöktüğüm yerden doğruldum, gözümü ondan ayırmadan banyoya doğru yavaşça yürüdüm. Neyse ki içi boş oyuk henüz dikkatini çekmemişti.

Tetikteydi. Kararsızca arkamdan gelirken aniden öne atılıp çamaşır suyu şişesini kavradım. Yanından şimşek gibi geçtikten sonra kapıya yöneldim hemen. Ancak küçük tombul eli tuniğimin ucunu kavrayınca odanın ortasında kalakalmıştım. "Be hey!" diye ünleyerek elini sertçe ittim. Aramızdaki mesafeyi açarak ondan uzaklaştım. "Tek bir adım daha atayım deme!" dedim tehditkar sesimle.

"Beni kandırmaya çalışıyorsun. Yaşlı peri burada değil." Konuşurken hâlâ tereddüt ediyordu. Ayin havasında yukarı aşağı salladım elimdeki yeşil şişeyi. İçindeki sıvının hışırtıları bariz işitiliyordu. Kapağını çevirdikten sonra cüceye doğru nişan aldım.

"Bu su var ya çok tehlike! Üç beş damlası seni kör etmeye yeter."

"Kör edici su mu?" diye hayretli bir çığlık bastı. Sanırım onu korkutmayı başarmıştım. "Nasıl bir kara büyü bu?"

"Tövbe de pis şeytan. Ben öyle haram şeyler bilmem." Kınayıcı bir bakış atıp başımı iki yana salladım. Herkesi kendi gibi zannediyordu herhalde. Gerilim en yüksek düzeydeyken kapıdan içeri siyah bir karartı girdi. Bizimki geleni görünce tir tir titremeye başlamıştı. Kara peçeli, pelerinli adam cücenin kulağını iki parmağının arasına alarak çok fena çekti. Yüzünü öyle iyi kapatmıştı ki kim olduğuna dair asla tahmin yürütemiyordum.

Pelerinli yabancı "Bariyeri nasıl geçebildin?" diye sordu kısa boylu yaratığa. Muhatabının tutulduğu titreme nöbeti yetmiyormuş gibi şimdi bir de dişleri tıngırdıyordu. Kekeleyerek konuştu. "Tü-tüneli kullandım. Diş ağrımın ıstırabına dayanamayınca şifacıya görünmek için buraya geldim."

"Yeni bir tünel mi kazdınız?"

"Hayır hayır ben bir şey yapmadım. Mezar hırsızları ah o renksiz kalasıcalar! Bu işin suçlusu onlar! Eski tünel kapatılınca gizlice yenisini kazdılar. Ben... Ben dişimin ağrısı yüzünden çok kıvrandım. Sonra bu tarafa geçmek için onlara başvurdum, yalvar yakar güç bela kabul ettiler. Ama yol ücreti diye cebimde ne var ne yoksa gasp ettiler."

"Neden buradaki işini bitirip geri dönmedin? Yine altın sevdası gözünü boyadı değil mi," dedi. Demir gibi dimdikti. Bu haliyle gazaplı gardiyanları andırıyordu.

"Çünkü peri-" diye cümlesine henüz başlamıştı ki sertçe lafını kesti siyahlı adam. Uyarı mahiyetinde kesin bir şekilde konuştu. "Bu kulübede hiçbir şey görmedin, hiç kimseyle karşılaşmadın. Hatta bu tarafa hiç geçmedin."

"Özür dilerim! Özür dilerim! Lütfen canımı bağışla."

Kendimi mahkemede davacı masasında oturuyormuş gibi hissediyordum. Çamaşır suyu şişesi ağzı açık bir şekilde hâlâ elimdeydi ve ben ikiliyi şaşkınca izlemekten başka bir şey yapmıyordum.

10. Bölümün Sonu

Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *