Yıldızlı Gökyüzü Manzarası
Süleyman Bey iyi bir
patologdu. Seksenlerden kalma eski bir binanın eksi ikinci katında çalışıyor
olsa da işinden memnun sayılırdı. Çok erken kalkar, tazeden ütülenmiş takımını
giyer ve sağlam bir kahvaltı yapardı. Esasında hayattan zevk
almasını bilen bir zat idi. Sabah trafiğinde İncesaz dinleyerek sinirlerini
gevşetirken yol boyunca büyük bir keyifle şarkılara eşlik ederdi. Yakın zamanda
emekliliğe ayrılmayı düşünüyordu. Artık ununu elemiş, eleğini asmıştı.
Bilecik’te satın aldığı on dönümlük araziyle uğraşmayı planlıyordu. Onkolog
dostu Haydar Bey gibi erik yetiştirirdi belki.
Tarlayla alakalı hoş düşüncelere
dalmışken birdenbire radyodan kulak tırmalayıcı cızırtılar yükseldi. Şarkı aniden
kesilmişti. Süleyman Bey bakışlarını tekrar yola çevirdiğinde şaşkınlık içinde
kaldı. İki yanı ağaçlarla çevrili bozuk bir toprak yolda ilerliyordu. İnanılır
gibi değildi. Az evvel şehrin göbeğindeyken ansızın insan eli değmemiş bir
kırsalda bulmuştu kendisini. Gündüz düşü görüyor olabilir miydi? Arabayı
durdurdu hemen. Dışarı çıkıp umutsuzca etrafa bakındı. Epey gezmiş görmüş bir
kimseydi lakin İstanbul’un yakınlarında böyle yabani bir ormana hiç
rastlamamıştı.
Adamın tepesinde dev ağaçlar
yükseliyordu. Çok yukarılara uzanan sık dallar gökyüzünü aralıksız örtmüştü. Cep
telefonunu kontrol etmesi faydasızdı; zira şebeke yoktu. Kol saati durmuştu.
Arabadaki radyo dahi çalışmıyordu. Sanki zaman şu küçücük anda donup kalmıştı.
Gerisingeri arabasına
atlayıp yola koyuldu. Elini çabuk tutmalıydı. Derhal bu uğursuz yerden çıkması
gerekiyordu. Laboratuvar arkadaşları onun yokluğunu muhtemelen fark etmişlerdir.
Pek intizamlı ve pek disiplinli bir çalışma adamıydı. İşe geç kalmak hiç tasvip
etmediği bir davranışken şimdi aynı cürmü kendisi işliyordu.
Sonsuz bir labirentin
içine düşmüştü adeta. Ne kadar ilerlese de koca ormandan çıkması mümkün
değildi. Üstelik arabanın benzini bitmek üzereydi. Süleyman Bey sinirlenmeye
başlamıştı. Bugün bütün aksilikler onu bulmuştu. Bir türlü feraha erememişti. Yolun
geri kalanını yayan devam etme kararı aldı. Dünyanın sonuna kadar yürümesi
gerekse bile vazgeçmeyecek, şu meşum ormandan kurtulmaya çalışacaktı.
Gelgelelim son gelişmeler hiç iç açıcı durmuyordu. İhtiyar adam birbirinin
tıpatıp aynısı ağaçların arasında küçük bir noktadan farksızdı. Kelimenin tam
manasıyla kaybolmuştu.
Saatler sonra sıradanlığı
aşmış bir nesneyle karşılaşınca bittabi küçük bir çocuk gibi sevindi. Çevresi
kayalıklarla sarılmış ulu çınarın dilek ağacına benzer bir görüntüsü vardı. Küçük
cam şişeler kalın iplerle ağaç dallarına asılmıştı. Her esintide ritmik bir
şekilde sağa ve sola salınıyordu. Güneşin parlak ışıkları camdan geçerken etrafa
küçük, hareketli ışıltılar saçılıyordu. Yaşlı patolog hayret ve hayranlıkla izledi
bu görsel şöleni. Hayatında karşılaştığı en nadide manzaralardan biriydi. Usulca
adımladı ve tüketti aradaki mesafeyi. Dallı budaklı ağaca iyice yaklaşırken çevreye
mavi ışıklar yayan şişeye doğru elini uzattı. Büyülenmiş gibiydi. Parmağı cama
temas eder etmez şişe kırıldı. Açığa çıkan şekilsiz ve renksiz duman saniyeler
içinde insan bedenine dönüşmüştü. Süleyman Bey’in tam karşısında soluk benizli
sıska bir oğlan duruyordu şimdi.
“Sen de kimsin?” diye
sordu patolog. Korkudan birkaç adım gerilemişti.
“Sizi korkuttuğum için
özür dilerim efendim. Ben hasta bir çocuğum. Ailem daha uzun yaşayabileyim diye
beni o cam şişede saklıyordu.”
Adam aldığı cevabı
mantıklı bulmamıştı ama yine de sorularını sormaya devam etti. “Diğer şişelerde
ne var peki?” dedi.
“Hepsinden haberim yok. Birkaçıyla
tanışabildim sadece. Orada kadınlar, çocuklar hatta yaşlılar bile var.”
Çocuğun yüzü şişmişti.
Bilhassa sol yanağı. Tıbbi bilgisi olmayan kimseler, oğlanın bir şey yuttuğunu
veyahut ağzının içinde küçük bir top sakladığını zannedebilirdi. Oysa Süleyman
Bey’in kafasında ön tanı mahiyetinde ihtimaller çoktan sıralanmıştı. Listeleri
severdi o. Hayatı listelerdi, insanları listelerdi. Karşılaştığı her meselede olasılıkları
listelemeden karar vermezdi.
“Doğru mu anladım seni, yani
ailen hasta olduğun için mi seni şişede saklıyordu?” diye sordu patolog.
“Evet öyle tahmin
ediyorum. Beni sevdikleri için sevmediğim şeyler yaptırıyorlar bana,” dedi
küçük çocuk. “Ailemle daha fazla vakit geçirmek istiyorum. Daha fazla oyun
oynamak istiyorum. Bütün gün cam şişede durmak o kadar sıkıcı ki. Hâlbuki ben
su ya da kola değilim. Şişede sıvılar saklanmalı çocuklar değil. Haksız mıyım
efendim?”
Nasıl düşüneceğine ve
nasıl yanıt vereceğine karar veremedi Süleyman Bey. Duydukları hayli tuhaf
şeylerdi.
“Sanırım ormanda
kayboldunuz. İsterseniz sizi buradan çıkarabilirim,” dedi hasta çocuk. Oğlanın
tavrı saygılı ve kibardı. Küçük yaşına rağmen ziyadesiyle olgun konuşuyordu.
Yaşlı adam memnuniyetle başını salladı. Nihayet şu yeşil labirentten
kurtulacaktı.
Böylelikle yüz kemikleri deforme
bir çocuk ve emekliliğine aylar kalmış bir adam beraber yola koyuldu. Elbette
yolculuk tahmin ettiklerinden daha uzun sürecekti. Günler ve geceler
ayaklarının altından akıp giderken gür ağaçlar asla eksilmeyecekti.
“Hastalığımın adı ne
biliyor musunuz? Yıldızlı Gökyüzü Manzarası. Annem hastalığımı bu isimle
anıyor. Belki de kendisi uydurmuştur, gerçeği bilmiyorum. Ama yıldızları
seviyorum,” dedi oğlan. Yolculuğun üçüncü günüydü. Öğle güneşi ikiliyi fazlaca
terletmişti. “Yıldızlarla ilgili bir hastalığımın olması beni mutlu ediyor.
Düşünebiliyor musunuz ya kuduz olsaydım ya da zatürre? Kulağa çok korkutucu
geliyor. Bu isimler hiç eğlenceli değil bence. Çok şanslı bir çocuğum; fakat
yetişkinleri anlamakta zorlanıyorum. Mutlu olmam nedense çevremdeki insanları
şaşırtıyor. Bazen annemi üzmemek için mutsuz gibi görünmeye çalışıyorum.”
Patoloğun alnı kırışırken
suratında acı bir gülümseme belirdi. Üç gündür o susmuş, çocuk konuşmuştu.
Kendini bilgili sayardı hep. Nice kimselere akıl hocalığı yapmıştı. Meğer ki
öğrenmenin yaşı yokmuş. Üç günlük süre zarfında küçük yol arkadaşından neler
öğrenmemişti ki!
Kıvrım kıvrım akan bir
nehrin kenarında mola verdiler. Adam suya eğilip serin nimeti kana kana içti.
Sabah evinden çıkmadan önce jilet gibi ütülenen takım elbisesi ormandaki
meşakkatli günlerin ardından kırışmış, toza toprağa bulanmıştı. Hastanedeki
ahbapları bu halini görseler kim bilir hakkında ne düşünürlerdi? Midesini suyla
doldurduktan sonra elini yüzünü yıkadı ve en nihayetinde geri çekildi Süleyman
Bey.
Oğlanın dikkati ise
bambaşka bir yerdeydi. Uzaktan gelen belli belirsiz seslere kulak kesilmişti. Yüzündeki
ifadeye bakılırsa yaklaşmakta olanlar her kimse iyi tanıyordu onları. “Kralın
perileri geliyor,” diye mırıldandı. “Kulaklarınızı kapatın efendim. Şarkılarını
dinlerseniz sizi hipnoz ederler. Sonra iradenizi kaybeder, peşlerine takılırsınız.”
Sivri burunlu üç tıknaz
cüce ağaç kovuğunun içinden peş peşe çıktı. Siyah smokin giymişlerdi ve
kafalarında komik bir şapka vardı. Birinci cüce telli, ikincisi üflemeli, üçüncüsü
ise zilli bir çalgı çalıyordu. Süleyman Bey avuç içini kulaklarına sıkı sıkıya
bastırdı. Kendi kendine anlamsız sesler çıkararak büyülü şarkıyı duymamaya
çalıştı. Oğlan da aynı yöntemi uyguladı. Neyse ki müzik alayının uzaklaşması
çok kısa sürdü. Cüceler tamamen gözden silindiğinde adam ellerini kulaklarından
çekti.
“Perilerin ışıklı,
kanatlı ya da ne bileyim güzel varlıklar olması gerekmez miydi? Gördüğümüz
cüceler çok çirkindi,” diye yorumda bulundu yaşlı patolog.
“Eğer şarkılarını duymuş
olsaydınız kesinlikle farklı düşünürdünüz. Boşuna kralın perileri olarak
anılmıyorlar. Asıl güzellikleri müziklerinde saklı. Fakat bilmediğiniz bir şey
hakkında daha fazla konuşmayacağım. Çünkü size ne kadar anlatırsam anlatayım
şarkılarını dinlemediğiniz sürece onların çirkin olduğuna inanacaksınız.”
Süleyman Bey konuyu
değiştirmek istedi. Ormanın ferah ve temiz havasından dem vurdu biraz.
Cücelerin çıktığı geniş oyuğun altında oturdular. Ayaklarını uzatıp ağacın sert
gövdesine yaslandılar. Dinlenmeyi çoktan hak etmişlerdi.
Hasta çocuk kafasını
kaldırırken derin bir iç çekti. “Ağaç dallarının ucundaki tek tük yapraklar
rüzgarla birlikte hışırdıyor. Ne kadar güzel değil mi? Göğün altında yıldızları
seyrediyormuş gibi hissediyorum. Ağaçlar yıldızlara benziyor. Eskiden gündüz vakti
yıldızları özleyince dev bir ağacın altına sığınır ve başımı kaldırıp yukarı
bakardım. Ah… Yıldızlı gökyüzü manzarası dedikleri şey işte bu olmalı.”
Yürüdüler yine. Yürüdükçe
takvimden günler eksildi. Kuvvetleri eksildi. Bedenlerinden ve dahi ruhlarından
ağırlıklar eksildi. Lakin umdukları bitiş noktasına hâlâ varmış değillerdi. Sarp
tepeleri aştılar, en sonunda taşlı küçük bir eve denk geldiler. Çocuk sevindi.
“Çok az kaldı,” diye müjdeli haberi verdi ve evin penceresini işaret etti. Açık
camın ardında hoş bir siluet duruyordu. Uzun sapsarı bukleleri vardı genç
kızın. Masallardaki prensesler kadar güzeldi. Dirseklerini pervaza yaslamıştı
ve dalgınca dışarıyı seyrediyordu.
“Ormandan çıkabilmek için
kızın saçından bir tutam kesmemiz lazım.”
Süleyman Bey şüpheyle
baktı taş eve. “Buna emin misin? Kızcağızın saçı ne işimize yarayacak?”
“Bize çıkış kapısını
gösterecek. Güvenin bana efendim bu ormanda uzun süre kaldım. Kestiğimiz saç
tutamını yakarsak doğru yönü bulabiliriz,” diye teminat verdi. Sonra patoloğun
kulağına doğru eğildi. “Penceresinin önündeki pembe gülleri görüyor musunuz?
Onların hepsi bekçi aslında. Gece olunca iri yarı muhafızlara dönüşüyorlar. Babası
kızını kötü cadıdan korumak için böyle yapıyor. Buradaki cadılar güzel kızların
saçlarını yemeyi çok seviyor. Böylece kızların güzelliklerini çalıyorlar.”
Yaşlı adam, çocuğun
anlattıklarını sorgulamaktan nicedir vazgeçmişti. Ormanda tanık olduğu her şey
fantastik bir düşten farksızdı zaten. Şu an sadece önündeki bu sorunun çözümüne
odaklanmak istiyordu. Kızın saçını alabilmek için zekice bir plan yapmaları gerekti
herhalde. En azından Süleyman Bey öyle düşünüyordu. Belki de harekete geçmek
için havanın kararmasına bekleyeceklerdi.
Düşündüğün tam aksi
şekilde çocuk saklandığı yerden çıkıp eve yanaşınca adam şaşırıp kaldı. Böyle
ani bir girişimi hiç ummamıştı. Patolog eli mahkûm çalıların arkasından çıkıp
oğlanın yanında yerini almıştı.
“Merhaba,” dedi oğlan ve
genç kıza içtenlikle el salladı. “Ben cadı değilim. Cadıların kabarık saçları
ve kırışık ciltleri vardır. Yanımdaki kişinin cildi kırışık olabilir ama inanın
bana o da cadı değil. Hem hiç erkek cadı gördünüz mü? Ben görmedim, başkaları
da görmemiştir. Çünkü olmayan bir şeyi göremeyiz değil mi? Yani demek istiyorum
ki biz size zarar verecek insanlar değiliz. Ben hasta bir çocuğum, o da yaşlı
bir adam. Yardımınıza ihtiyacımız var.”
Güller çok huzursuz
görünüyordu. Ancak tatlı dilli genç kız onları sakinleştirmeyi başardı. Çocukla
biraz muhabbet ettikten sonra çabucak kararını verdi. Esasen küçüğü pek
sevmişti. Altın sarısı saçlarından bir tutam kesti ve pencereden dışarıya
eğilerek oğlana uzattı. Güllerin itirazlı mırıltılarına rağmen yabancı yolcular
saçı alabilmişlerdi. İkili sevinçle oradan ayrıldı. Tıpkı önceden sözünü
ettikleri gibi saçı ateşte yaktılar. Meydana gelen ışıltılı hava kütlesinin
içine adım atınca ağaç köklerinden yapılmış dar bir koridora girdiler.
Hakikaten çıkış yolunu bulmuşlardı. İki kanatlı beyaz kapı koridorun sonundaydı
işte. Veda vakti gelip çatmıştı.
Kapının kulpunu kavrarken
başını arkaya çevirdi Süleyman Bey. “Yardımın için teşekkür ederim,” deyip
oğlanın omzunu sıvazladı. “Seninle bir daha görüşebilecek miyiz?”
“Bilmiyorum. Bilmediğim
konularda yorum yapmayı sevmiyorum,” diye yanıt verdi çocuk.
“Eğer olur da bir şekilde
karşılaşırsak daha fazla oyun oynayabilmen için aileni ikna etmeye çalışacağım.
Söz veriyorum. Hem de yıldızlı söz…”
Aydınlık odasında uyandı
Süleyman Bey. Anlaşılan o ki çalışma masasının başında uyuyakalmıştı. Sırtını
dikleştirip güzelce gerindi. Her yeri tutulmuştu resmen. Uyku sersemliğini
üzerinden atınca elinin altındaki kağıtları yokladı. En baştaki patoloji
raporunu inceledi bir müddet. Apoptotik hücreleri fagosite eden makrofajlar ve
tümör hücreleri… Mikroskop altında görülen tipik yıldızlı gökyüzü manzarası. Kâğıtta
yazan tanıyı sesli bir şekilde okudu: Burkitt Lenfoma.
Çok güzeldi.
YanıtlaSil