Perilere İnanma-9

 9. Bölüm: Geyik

Sonraki günlerde yoğun çalışma koşullarından dolayı Perihan Nine'yi ziyarete gidemedim. Köyümün anaları ve bacıları kış hazırlıklarına tam gaz devam ediyordu. Şu geniş kitleli közleme partisinden sonra sıra kurutmaya gelmişti. Bugün torba torba biber ve patlıcan kurutacaktı köy kadınları. Bu önemli törenin yapılacağı yer elbette Severler Motel bahçesiydi. Büyük leğenlerde biberler, patlıcanlar önce yıkanıyor sonra çuvaldızla ipe diziliyordu. Terasta fenerlerin arasına gerdiğimiz çamaşır iplerine asılacaktı kurutmalıklar. Gerisini yaz güneşi halledecekti. Yeşil biberler kıpkırmızı olana kadar günlerce güneşin altında kalacaktı.

"Adam Irak'a kaçmış Ayten Abla. En son Kerbela'da görmüşler onu. Parası bol ya şu büyük çöl arabalarından almış hain!"

"Kerbela'nın kanında boğulur o düzenbaz inşallah!" diye ta ciğerinden figan etti Ayten Abla. Bedduanın şiddeti yüzünden fena bir titremeye kapıldım. Konuşmanın gidişatı hiç iyiye gitmiyordu. Entrika, ihanet, ihtiras... Neler yaşanıyormuş meğer aileler ve akrabalar arasında. Yaşını başını almış evli çocuklu bu kadınların birbirinden karanlık hayat hikayelerini dinlemek ruh sağlığıma hiç iyi gelmemişti. Fatma yengemin yıkayıp bana uzattığı patlıcanların içini oyarken ne yazık ki muhabbeti dinlemekten başka bir seçeneğim yoktu. Ah benim körpecik, masum ve saf psikolojim; sana bu travmayı yaşatmak istemezdim.

Ayaklarım uyuştuğundan oturma biçimimi değiştirdim, savan üzerinde yayılarak bağdaş kurdum. Bu da olmayınca ayağa kalkmaya davrandım. Dağ tarafından soğuk bir esinti yanağıma dokunurken ensem ürperdi. "Kaplumbağa Evi'nden haber getirdim!" diye kulağımın dibinde bir ses patladı. Heh sonunda geldi altın kız! Ben de günlerdir bu çocuk neden ortalıkta görünmüyor diyordum.

"Şşşh sesini alçalt biraz. Seni duyabilirler," diye uyardım Rahşan'ı. Neyse ki kadınlardan hiçbiri bu tarafa bakmıyordu. Fatma yengem de daha uzun bir hortum getirmek için kilere gitmişti. Henüz kimse kızı görmemişken Rahşan'ı buradan uzaklaştırmalıydım.

Kabarık eteğini toplayarak yanıma oturdu küçük çocuk. Yine dantelli kurdeleli bir elbise giymişti. "Endişelenme peri. Onlar beni ne görebilir ne de duyabilirler." Aklıma yönetmenin kamerasındaki kayıt geldi o sıra. Videoda yoktu kız. Demek gerçekten görünmez bir varlıktı.

Yengem bahçeye geri döndüğünde altın kızın dediğinin doğruluğunu test etmek için kadıncağızın yüzünü dikkatle inceledim. Bana bakarken bakışları yanımdaki çocuğa hiç kaymadı. Suratındaki ifade aynıydı yengemin. İlginç bir şeyle karşılaşmış gibi durmuyordu hiç. Yanımda sarı tenli bir kızın oturduğunu bilseydi eminim tepkisi daha farklı olacaktı. Haklıydı Rahşan. İnsanlar onu göremiyordu.

"Yenge ayaklarım karıncalanıyor. Açılsınlar diye biraz gezeceğim," deyip kadınlardan acele adımlarla uzaklaştım. Rahşan'a laf anlatırken kendi kendine konuşuyor diye yaftalanıp deli damgası yemek istemiyordum. Altın kız da peşi sıra beni takip etti. Motelin etrafında tur atıp bahçenin kuytu bir yerine varınca nihayet adımlarımı sonlandırdım. Etrafı kuşkucu bakışlarla kontrol ettikten sonra seslice nefes verdim. İyice pimpirikli olmuştum ben de.

"Burada daha rahat konuşabiliriz," derken kollarımı göğsümde bağladım. "Benim diğer insanlardan ne farkım var Rahşan? Yani seni nasıl oluyor da görebiliyorum?"

"Çünkü sen çok özelsin," diye cıvıldayıp bacaklarıma sarıldı. Minik kollarını çok sıkı dolamıştı. Kafasını kaldırıp bana aşağıdan şıpıldak bakışlar atarken onu kendimden ayırmaya çabaladım. "Evet sen perisin! Yani her şeyi yapabilirsin. Hem biliyor musun yeni bir peri ortaya çıkacak diye yiyicilerin ödü kopuyor."

"Her şeyi yapmak filan... Tövbe tövbe. Çok yanlış konuşuyorsun çocuğum. Peri de peri iyice ilahlaştırdınız şu safsatayı." Rahşan'ı hala kendimden uzaklaştıramamıştım. Bu nasıl bir kuvvetti yahu?

"Ama sadece ben böyle düşünmüyorum ki. Ülkemde herkes perileri çok güçlü biliyor." Dudaklarını büzdü kız. Asıl güçlü sensin çocuğum. Demir gibi kolların var be! Hem bana sorarsan davranışların da hiç normal değil. Sempatik bir insan olmakla uzaktan yakından alakasızlığıma rağmen nasıl oldu da senin bu aşırı sevgini kazandım? Sevimli bir insan değilim tamam mı? Yanlış adrestesin.

"Her neyse. Kaplumbağa Evi'nden ne haber getirdin bakalım?" diye sorarken Rahşan'la mücadele etmekten vazgeçtim. Sarılmak istiyorsa sarılsın bakalım.

"Kaybolan çekik gözlü adam... Şey onu bulduk sanırım. Kaplumbağanın dediğine göre yiyicilerin şatosunda tutuluyormuş."

"Emin misin? Joe nasıl oldu da sizin boyuta geçebildi?"

"Bilmiyorum. Fakat bu kötü bir şey. Şatoda çoğunlukla renksizler çalışır."

"Renksiz derken?"

"Yani saraydaki hizmetlilerin renkleri yiyiciler tarafından emiliyor. Aynı şey orada kalan esirler için de geçerli."

Pes edip kafamı iki yana salladım. "Anlayamıyorum," diye yakındım. "Renklerini yitirdiklerinde ne oluyor bu insanlara? Nasıl bir şeye benziyorlar?"

"Siyah beyaz oluyorlar. Eski sinema filmlerindeki gibi. Geri kalan her şey aynı aslında."

Cins cins şeylerden bahsediyordu sarı çocuk. Ancak ne bileyim söyledikleri inandırıcı geliyordu bana. Karga adamı, radyo gibi işlev gören kaplumbağaları ve ağaca dönüşebilen dağınık saçlı Jülide'yi gördükten sonra artık her türlü acayipliğe inanabilecek kıvama gelmiştim. Hatta sözünü ettiği siyah beyaz insanları merak bile ediyordum.

Fatma yengem biberleri ipe dizme işi için beni çağırmadan elimi çabuk tuttum ve konunun düğümlü kısmına hemen parmak bastım. "Joe'yu saraydan çıkarmanın bir yolu var mı Rahşan? Bahsettiğin şu yiyiciler çok mu tehlikeli?" dedim.

"Öyle. Renksiz kalmamak için onlardan sakınıyor, asla karşılaşmamaya çalışıyoruz. Ama sen farklısın peri. Yiyicilerden korkman için bir sebep yok. Sana zarar veremezler sonuçta."

Bilmiş bilmiş açıklama yaptıktan sonra uzun sarı saçlarını savurdu. "Şimdi gitmem lazım. Jülide yine ormanda uyukluyor. Oduncuya yakalanmasından korkuyorum," deyip hokus pokusla ortadan kayboldu. Şu ışığa dönüşüm olayı saniyeden bile daha kısa bir sürede gerçekleşiyordu. Ne şanslı kız ama! Bizim gibi benzin parası vermesi gerekmiyor.

"Senin doğru seçim olduğunu biliyordum," diyen Kudo birdenbire ağacın arkasından çıktığında sabah alarmı gibi irkildim. Ne zamandan beri orada saklanıyordu? Yoksa kasıtlı olarak gizlenip sinsice bizi mi dinlemişti? Pes vallahi! Paparazilikte yönetmeni bile geçti.

Yüzümü kağıt gibi buruşturdum. "Neyden bahsettiğini anlamıyorum," dedim en sevimsiz halimle.

Çiçek desenli, yarım kollu, kırmızı bir gömlek giymişti. Giydiği parmak arası terlik tırnağındaki mantarları meydana çıkarmıştı. Siyah güneş gözlüğü eşlik ediyordu bu kombine. Sayesinde köyümüzde Hawaii adalarının moda rüzgarları esiyordu. Gözlüğünü çıkarıp gömlek yakasına astı Kudo. "O insanları görebiliyorsun değil mi?" derken bilge keşişler gibi bana anlamlı anlamlı bakıp gülümsedi.

"Hangi insanları?"

"Renksiz insanları," deyip sivri köpek dişlerini göstererek sırıttı. "Ve gizli boyuttaki diğer bütün canlıları," diye ekleme yaptı.

Biliyor. Lemur gözlü yakuza lideri her şeyden haberdar! Evet Ebru gün gerçeklerin ortaya çıktığı gündür! Bugün herkes eteğindeki taşları dökecek. Ama ilk itiraf eden taraf ben olmayacağım. Ciddiyetle yakuzaya kaşlarımı çattım. "Köyümüze niçin geldiniz?" diye dümdüz sordum.

"Önemli bir şey arıyorum. O boyutta olduğunu düşündüğüm bir şey."

"Saraygil arazisine girmek istediğinizi söylemiştiniz bize," diye eskiye dönük mühim bir hatırlatma yaptım. "Saraygillerin bu meseleyle ne alakası var?"

"Bunu öğrenmek istiyorsan öncelikle teklifimi kabul etmelisin."

Hangi teklif? İşler iyice pembe dizi formatına yuvarlanıyor. Süreçten hiç memnun değilim. Kudo birazdan önümde diz çöküp aşkını itiraf etse pek şaşırmam herhalde. Boğazımı yapmacık bir öksürükle hızlıca temizledim. "Ne teklifi?" diye sordum ihtiyatlı bir tavırla. Aşk meşk işlerinde yokum haberin olsun.

"Ormanın içindeki saklı boyuta girmem ve amacıma ulaşmam için bana sahte bir peri lazım. Senin gibi perilere inanmayan akıllı bir kız bu iş için biçilmiş kaftan. Renksiz ülkede yaşayan insanları kandırmak hiç zor olmayacak. Üstelik ormanı da çok iyi tanıyorsun."

"Yine şu peri meselesi!" diye isyan ettim.

Suratsızlığıma aldırış etmeden devam etti. "Ve en önemlisi," dedi. "O insanları görebiliyorsun."

Rehberlikten sonraki bu yeni iş teklifini hemen kabul etmedim. Düşünmek için Japondan bir miktar süre istedim. Kenji ve Takano da aynen liderleri gibi çiçekli gömlek giymiş ve siyah camlı güneş gözlüğü takmışlardı. Üçlünün moda anlayışındaki keskin sapma komikti bence. Bu hallerinin nedenini ancak yarım saat sonra öğrendim. Moteldeki erkekler örgütlenmişti. Cefakar kadınlar harıl harıl çalışırken onlar da nehre yüzmeye gideceklerdi. Ey gidi ağustos böcekleri! Aralarında İbrahim bile vardı. Son günlerde bütün yatsı namazlarını Nefise'lerin camisinde kılıyordu yönetmen. Niyeti ciddiydi galiba. Zira köy imamıyla aralarında iyi bir ahbaplık oluşmuştu. Adamın her hareketi gözüme batmaya devam ediyordu hâlâ. Suratı bana karşı mahkeme duvarı gibiyken başkalarına gülücükler saçıyordu.

Lafı eğip bükmeyeceğim. İtiraf ediyorum, evlenecek kişi olarak İbrahim aradığım kriterlere en yakın insanlardan biriydi. Belki de bu yüzden kırgındım. Hiç başlamadan bitmişti bu hikaye. Eğer yazılsaydı kimsenin okumak istemeyeceği bir hikaye olacaktı belki de. Nefise'nin sevdiği ve kim bilir yakında evleneceği insana karşı bir şeyler beslemek çok çirkin, çok kötü bir şeydi. Kendime yakıştıramıyordum. Bu yüzden anlamsız ve yanlış beklentilere kapılmamaya çalışıyordum.

Bahçede sürdürülen sebze yıkama ve ipe dizme işlemi öğleden sonra nice meşakkatlerin ardından bitmişti. Asansör bozuk olduğu için Ayten Abla oğlunu çağırmıştı yardıma. Hassas bir deri hastalığı olduğu için bugünkü yüzme konvoyuna katılmamıştı. Bizim komşu oğlunun yardımıyla biber, patlıcan ve bamya yüklü leğenleri terasa çıkardık. Adamın yükseklik korkusu olduğu için leğendeki kurutmalıkları çamaşır ipine asma görevi bana yıkılmıştı.

Kaldır indir kaldır indir derken kollarım koptu. Tamam kas yapmaktan şikayetçi değilim, Mahir gibi baş belalarını dövmek için biraz güç kuvvet gerekli bana. Ama bendeki de can yahu! Rıfat ve Fazıl da dahil bütün erkek cemaati şu an yüzme keyfi yaparken neden külkedisi gibi çalıştırılıyorum? Beni güzeller güzeli bir prensese çevirecek değnekli peri anneye ihtiyacım varken perilik sorumluluğunu bile bana yıkıyorlar. Böyle masal mı olurmuş? Ortada ne balo var ne prens. Evlenip sıcacık bir yuva kurmak, boy boy tatlı çocuk büyütmek istiyorum Allah'ım.

Heyhat, ağlamalarımı sızlanmalarımı umursayan olmadı. Yengem ve Ayten Abla kumandasında çalışkan hanımlar yorgunluk çayı içmek için aşağı indiklerinde hıncımdan onlara eşlik etmedim. Her şey bir yana kılımı kıpırdatacak halim kalmamıştı. Yerdeki kilime külçe gibi yığıldım sırf bu yüzden. Bacaklarımı ve kollarımı açarak yıldız şeklinde yayıldım. Ölüyorum komşular!

Bulutsuz masmavi gökyüzüne bakarken gözlerimi kıstım. Güneş tam tepemdeydi. Bölmeli kolyemin içine yerleştirdiğim taşa parmak uçlarımla dokunurken oldukça düşünceliydim. Birkaç gün önce cebimdeki çiçekler sineğe evrilip kargalara saldırmıştı. Yatağımın altındaki kutuda bulduğum parlak taş da cebimde duruyordu o zaman. Acaba olabilir miydi? Dönüşümü tetikleyen şey bu muydu? İçimden bir ses sıradan değil, diyordu. Kaybolmasın diye boynumda taşıyordum parlak taşı.

Kudo iyi hoş konuşuyordu ama öbür boyuta geçmek için bariyeri aşmak lazımdı. Ve Rahşan olmadan bu işi gerçekleştirmek imkansızdı. En azından benim bildiğim tek yol buydu. Hiçbir doğaüstü yeteneği olmayan sahte bir peri ne işlerine yarayacaktı Allah aşkına? Cidden çok mantıksız düşünüyordu şu baş yakuza. Zaten kargalara da peri olduğumu söyleyerek beni hepten fişlemişti. Hayatımı yokuşa sürüklemeye bayılıyordu insanlar.

Yorgunluğumun etkisiyle olacak uzandığım yerde kendimden geçtim. Çocukluk yıllarıma dair bir gündüz düşündeydim. Yaz tatili. Köy boş çünkü aileler kasabaya ya da şehre akrabalarının yanına gitmiş durumda. Birlikte oyun oynadığım arkadaşlarımdan kimse yok köyde. Bu yüzden günlerim hep ormanda geçiyor. Annem çantama ekmek arası bir şeyler koyuyor. Böylece azığımı tamam edip ormana gidiyorum. Toprağın altından solucan çıkarıyor, çekirge topluyor, kuş yuvalarını görmek için ağaçların tepesine tırmanmaya çalışıyorum. Ormanın her bucağına ayak basmak, gizli kalmış her köşesini keşfetmek istiyorum. Burası bir okyanus kadar derin ve gizemli. Zehirli mi değil mi diye ayırt etmeksizin birçok mantar ve iğneli bitki kopartıp Sevda Nine'ye vermek üzere yanıma alıyorum.

Saatler akıp gidiyor ve nihayet enerjim tükeniyor. Sırtımı ağaç gövdesine yaslayıp kuru çimenlerin üzerine oturduğumda öğle yemeğimi yiyor, kuş seslerini dinliyorum. Son lokmamı da ağzıma atıp yavaş yavaş çiğnerken yumuşak ötüşlerin yerini birdenbire çığlıklar alıyor. Ağaç tepelerinde ormanın alışık olmadığı sesler kopuyor. Kargalar öyle çoğalıyor ki başımın üstündeki gökyüzü geceye ermiş gibi kararıyor o anda.

Önümden sürü halinde geyikler geçmeye başladığında hayatımda ilk defa bu kadar çok geyiği bir arada gördüğüm için hayret ediyorum. Çılgına dönmüş hayvanlar tek bir yöne doğru hızla koşuyor. Ayağa kalkıp etrafa bakınıyorum telaşla. Olan biteni anlamaya çalışıyorum ama ortalık savaş yeri gibi. Yavru bir geyik sürünün gerisinde kalıyor. Kurnaz kargalar etrafında çember oluşturarak hayvancığı ablukaya alıyorlar. Yavru geyiğin neden sürüyü yitirdiğini hemen anlıyorum. Yaralı çünkü. Yerde acıyla kıvranırken kargalar zavallının kulağını gagalamaya başlıyor. Yerden bir dal parçası alıp aralarına dalıyorum. "Gidin buradan! Geyikten uzak durun!" diye bağırırken çemberi bozarak onları kovuyorum. Yaralı yavruyu inatçı kuşların elinden kurtarmak kolay olmuyor ama en nihayetinde bunu başarıyorum.

Dalı yere atarken geyiğin yanına diz çöküyorum. Bacağı kötü bir şekilde kanıyor. Kanamayı durdurmak için ne yapmam gerektiğini düşünürken çantamı açıyorum çabucak. İçinden az önce mideye indirdiğim sandiviçin kırıntıları bulunan bezi alıyorum. Babamdan daha önce gördüğüm şekilde yavru geyiğin bacağına bağlıyorum.

"Nasıl yaralandın sen böyle?" derken canını acıtmamaya çalışıyorum. İşlemi tamamladıktan sonra yavruyu kucağıma alıyorum. Onu burada bırakamam. Kargaların tekrar geleceğine eminim çünkü. Kulağında sallanan küpeyi ilk o zaman fark ediyorum işte. Elmas kadar parlak ve göz alıcı taşın ne işi olabilir hayvanda?

Sürünün biraz evvel aktığı yöne doğru sürüyorum adımlarımı. Onlara ulaşmalıyım. Eğer geyik sürüsünü bulamazsam ikinci bir planı uygulayacağım. Yavruyu eve götürme düşüncesini aklımdan geçiriyorum. Önce Sevda Nine'nin yanına götürürüm, yarası için merhem hazırlayabilir nineciğim. Sonra bizde kalması için annemden izin almaya çalışırım.

Ne yazık ki geyiklerden hiçbir iz yok. Okyanusta batmış bir gemi gibi. Kargaların sesi de çıkmıyor artık. Fakat onlara hâlâ güvenmiyorum, bu nedenle küçük siyah bakışlardan kaçmak için daha hızlı yürüyorum. Bu süratli tempo ayrıca kollarımdaki yavru geyiğin ağırlığı bir süre sonra yoruyor beni. Terliyorum. Nefesim sıklaşırken göğsüm hızlıca inip kalkıyor.

Birden bir el omzuma dokunuyor. Korkuyla duraksıyorum. Başımı arkaya çevirdiğimde uzun bir bedenle karşı karşıya geliyorum. Siyah karartı bana yaklaşıyor ve giydiği pelerini yandan kaldırıp beni içine alıyor. Pelerin tarafından köpek balığı misali yutuluyorum.

Karanlık uzun sürmüyor. Biraz sonra ormanın başka bir bölgesinde buluyorum kendimi. Etraf tanıdık geliyor. Sanırım ormanın çıkışına yakın bir yerdeyim. Yavru geyik hâlâ kucağımda.

O kadar yolu uzun boylu adamın pelerini sayesinde katettiğimizi anlamam geç olmuyor. Üstündeki siyah kapüşonlu pelerinin içinde gizemli ve korkutucu görünüyor. Yüzünü örten küçük bir peçe takmış. Siyah peçe burnunun kemerine kadar ulaşıyor. Bu şekilde sadece gözleri ve kaşları görünüyor.

Kafamın üstünde hayali bir ışık yanıyor ansızın. "Zorro!" diye çığırıyorum sevinçle. "Yoksa bu sen misin?" O sıralar her sabah televizyon karşısına geçip Kaiketsu Zorro çizgi filmini izlediğim için o kahramanın büyük hayranıyım. Kendimi çizgi filmin içine düşmüş gibi hissediyorum.

Cevap vermeyince iyice emin oluyorum. Kesinlikle o! Elbette kimliğini saklamak zorunda. Çünkü o bir kahraman ve bir sürü düşmanı var. Zorro biraz sonra kollarını uzatıyor, yavruyu yavaşça tutarak benden alıyor. "Teşekkür ederim. Sen çok iyi bir çocuksun," diyor. Geyiğin kulağındaki küpeyi çıkardığında onu sessizce izliyorum. Uzun parmakları şeffaf parlak taşı küpenin demir materyalinden ustaca ayırıyor.

"Bunu benim için saklar mısın?" diye rica ediyor birden. Böyle bir şeyi beklemediğim için afallıyorum. Sonra dudaklarımı birbirine bastırıyorum ve utangaç bir tavırla kafamı sallıyorum.

"Aferin sana," deyip elini başıma koyuyor, saçlarımı okşuyor. O an dünyalar benim oluyor. Zorro tarafından takdir edilmek inanılmaz mutlu ediyor küçük Ebru'yu.

"Artık evine dönmelisin," derken köye giden yolu işaret ediyor. Hayır demeyi çok ama çok istesem de ona karşı gelemiyorum. Tamam manasında tekrar başımı sallıyorum. Bunun üzerine arkasına dönüyor. "Tekrar görüşeceğiz!" diye sesleniyor elini kaldırıp havada sallarken. "O gün gelene kadar beni ve bugün tanık olduğun her şeyi unut."

Yerimden bir milim olsun hareket etmiyorum. İlk önce onun gitmesini bekliyorum. Siyah maskeli kahraman ormanın derinliğinde kayboluyor. Birkaç dakika sonra avuçlarımın içindeki taşa anlamsız, boş gözlerle bakakalıyorum. Bu da ne? Nereden geldiğini anımsamak için uğraşsam da işe yaramıyor. Hatırımda kalan en son şey ağaç dibinde oturup yemek yediğim zaman. Sonrası yok.

9. Bölümün Sonu

Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *