Perilere İnanma-3

3. Bölüm: Altın Kız 

Ali Baba gibi vefalı eşeğimle birlikte ormanda odun toplamaya gönderilmiştim. Yengem, kız kardeşi Ünzile Abla'nın tarlasında yetişen patlıcanlardan en az on torba satın almıştı ve her sene olduğu gibi hiç üşenmeden hepsini közleyecekti. Onun közlemeleri Severler Motel müşterileri tarafından çok tutuluyormuş ya gelenekselleştirmişler bu közleme partilerini. Tesisin sahibi Ayten Abla ve birkaç komşu teyzeyle birlikte gerçekleştirecekleri partide köye gri dumanlı, zor bir gün yaşatacaklardı. Bu nadide işletmenin sigortasız elemanı olarak çalı çırpı toplama işini ise bana vermişlerdi. Yıl olmuş 2018 ben hala buharlı araçlardan ırakta eşeğimi peşime takmış, ormana odun toplaya gidiyordum.

Sevda Ninemin eşeği de olmasa herhalde sırtımda heybeyle taşıyacaktım odunları. Bunun için mi o kadar mektepler okudum, o kadar ilim irfan öğrendim? Şimdi yaptığım işi köydeki bacılarım, teyzelerim diplomasız da hallediyordu. Hey gidi koca Ebru, şu düştüğün hallere bak! Keşke lisedeyken daha az dizi izleyip daha çok ders çalışsaydım. O zaman adamakıllı bir bölüm kazanır insani çalışma saatleri içinde düzenli bir hayat kurardım.

Elimde tuttuğum çuvala kozalak doldururken yerde gördüğüm işe yarar dalları ise eşeğin semeresindeki torbaya koyuyordum. Ağaçların tepesinde pinekleyen kırlangıçların keyfine diyecek yoktu. Hava öyle güzeldi ki insanın şurada tam teşekkülü bir kır düğünü yapası geliyordu. Lafı açılmışken dün akşam sularında annem aramış kuzenimin düğünü için kasabaya çağırmıştı beni. Ormanda odun toplamayı dedikoducu akrabalarla yüzleşmeye yeğlerdim. Sırf bu sebepten gelmeyeceğimi söyleyerek annemle gerilimli bir telefon görüşmesi yapmıştım. Suç gerçekten bende değildi. Akraba kadınların bana evde kalmış muamelesi yapması canımı fazlasıyla sıkıyordu. Düğün demek bolca akraba teyzeyle karşılaşmak ve gıybetlerinden nasiplenmek demekti. Düğünlerden kaçıyorum diye kimsenin beni suçlamaya hakkı yoktu.

Eşeğin ipini çekiştirerek ağaçlar arasında dolandım. Orman huzur kelimesinin cisimleşmiş haliydi. Temiz hava ve sonsuz yeşil sayesinde beynimi kemiren bütün kaygılı düşünceler uçup gitmişti. Çocukken de böyleydim, ne zaman canım sıkılsa annemden gizli ormana kaçardım. Yıllar geçtikçe ormanın her köşesini ezbere bilir oldum.

Eşeğimle ağır tempolu yürüyüşüm sırasında çalı çırpının içinden ışıl ışıl parlayan mükemmel ölçülerde bir dal parçası gördü şu gözlerim. Tıpkı bir Battal Gazi kılıcıydı! İlkokuldayken tiyatro kulübünün müdavimiydim. Geçmişe gömdüğüm eşsiz yeteneğimi tekrar sergilemek için bulunmaz bir fırsattı bu.

"Demek köyüme saldırırsınız ha kahpe Bizans askerleri!" diye cırlayıp kılıcı artistik hareketlerle havada savurdum. Yemin ediyorum şu halimle Cüneyt Arkın'dan hiçbir farkım yoktu. İstanbul'a kaçıp oyunculuk seçmelerine mi katılsaydım acaba? Kim bilir belki de çok ünlü olurdum. O zaman köyün kadınları Hint dizileri yerine benimkileri izlerdi. Ah böylece reytinglerim acayip yükselirdi!

Arkamdaki çalılardan ormanın latif sükunetine uymayan hışırtılar işittiğimde havaya uçan tekmeler atmaktan vazgeçtim. Sanki biri beni izliyormuş gibi bir hisse kapılmıştım. Çakma kılıcımı eşeğin sırtındaki heybeye atarken hemen kendime çeki düzen verdim, sonra arkama dönüp kuşkulu bakışlar attım çalılara. Biri oraya saklanmış olabilir miydi? Ay yok canım daha neler!

Ali Baba gibi harami mağarası bulmanın komik ve çocuksu umuduyla ormanın derinliklerine inmeye devam ettim. O tarz bir hazine keşfetseydim herhalde ilk işim uçağa atlayıp tropikal adalara kaçmak olurdu. Bomboş bir sahilde şezlonga uzanıp mango suyumu yudumlar, Allah'ın yarattığı güzellikleri tefekkür ederek gün batımını izlerdim. Gerçekleşmesi olanaksız hayaller kurarken yerde gördüğüm çiçekleri cebime atmayı ihmal etmedim. Bu benim çok eski bir alışkanlığımdı. Çiçekleri dalından koparmaya kıyamazdım. Onun yerine önceden kopmuş, yere düşmüş mahzun çiçekleri toplardım. Dolayısıyla ceplerim hiç boş kalmazdı.

Farkında olmadan Saraygillerin arazisine iyiden iyiye yaklaşmıştım. Arazi yüksek duvarlar ve tel örgülerle çepeçevre sarılmıştı. Niçin böyle yüksek düzeyde önlemler aldıklarını anlayamıyordum. Bir kez olsun yüzlerini göstermemişlerdi bize. Bulaşıcı bir hastalıkları mı vardı? Kendilerini karantinaya almış olamazlardı ya! Yıllardır sönmeyen merak ateşi beni deli ediyordu. Bu şüpheli insanlara devlet bir el atmalıydı.

Ansızın kedi miyavlamasını andıran ince bir ses işittiğimde çabucak dikkat kesildim. Kurt mu ulumuştu? Hayır başka bir şeydi. Daha çok çocukların ağlama sesine benziyordu. İnsaniyet namına hızla o tarafa yöneldim. Birkaç metre ileride ulu ağacın altına çökmüş pembe elbiseli kız çocuğunu görünce sesin kaynağına ulaştığımı anladım. Kız minik elleriyle yüzünün tamamını kapatmış, içli içli ağlıyordu. Teni sapsarıydı. İnanması güç ama altın gibi ışıldıyordu. Hıçkırdıkça omuzları dramatik bir şekilde sarsılıyordu. Elim ayağıma dolaşırken ilk etapta ne yapacağımı bilemedim. Neyse ki çabuk toparlanıp olaya el atabildim. Hikmet'in ağladığı zamanlarda geliştirdiğim taktiklerin sahneye çıkmasının vakti gelmişti.

Eşeği ağaca bağlayıp heybeden ince bir dal çıkardım aceleyle. Dalı sanki sihirli bir değnekmiş gibi havada sallarken zıplayarak kızın karşısına geçtim. "Ben bir periyim!" dedim en sevimli halimle. Evet, ben bir temizlik perisiyim. Motelin her türlü işini yaparım. Ama sen beni masallardaki ay parçası periler gibi düşünebilirsin minik kız.

"Burada küçük bir çocuğun ağladığını duydum. Görevim onu tekrar güldürmek. Sen gördün mü öyle birini?" diye sordum. Sesime yüksek miktarda simli parıltılı tınılar katmıştım. Görüyorsunuz ya yeri gelince çok sevimli bir Ebru olabiliyorum. Küçük kız sapsarı elini yavaşça yüzünden çekip başını kaldırdı. Islak gözleri beni şaşkın ve biraz da korkuyla incelerken eteğimi iki yandan çekerek etrafımda döndüm. Cam gibi parlak mavi gözleri ve harika sarı saçları vardı. Yüzü o kadar şirindi ki yanaklarını sıkma isteğimi zorlukla bastırıyordum.

Perimsi görünmek için uyduruk bir dans sergiledim. Balerinlere taş çıkartacak şekilde ayak uçlarımda durmaya çalışıyor, etrafımda dönüp bacağımı bir o yana bir bu yana kaldırıyordum. Dışarıdan şu komik halimi izleme şansım olsaydı herhalde gülmekten karnıma ağrılar girerdi. Fazıl'ın popstar olma hayalleri sağ olsun alışıktım çocuklar için dans etmeye.

Gözlerinde umut verici bir ışıltı yakaladığımda rahatlayarak gülümsedim. Üstümden ağır bir yük kalkmıştı. Altın kızın ağzı hafif aralanmış, küçük beyaz dişleri ortaya çıkmıştı. Masmavi gözleri beni hayranlıkla izliyordu. Onu üzen şey her neyse aklından uçup gitmiş olmalıydı.

Alkışları toplamak için son numarama geçmenin vakti gelmişti. Kollarımı hokus pokus yaparcasına havalandırdım. Çevik davranarak cebimdeki çicekleri avuçladım ve bir anda hepsini küçük kızın üzerine attım. Her kız çocuğu çiçek yağmuruna bayılırdı öyle değil mi? Rengarenk çiçekleri yakalamak için ellerini havaya kaldırdı, neşeyle kahkaha attı altın tenli çocuk. Evet görev başarıyla tamamlanmıştı!

Elim ensemde çocuğun şirin gülüşüne karşılık verirken aniden dikkatimi bir şey çekti. Gözlerim o noktada duraksadı. Ötedeki ağacın kenarında kameraya benzer bir cisim bana doğru bakıyordu. Sinirli adımlara o yöne ilerlerken ağacın arkasında gazeteci havasında salaş giyinmiş bir adamla karşılaştım. Tam da tahmin ettiğim gibi. "Beyefendi bakar mısınız? Siz yoksa beni mi çekiyorsunuz?" diyerek kollarımı birbirine doladım. Sesim fazlasıyla suçlayıcı ve soğuktu.

"Ne münasebet hanımefendi!" dedi kamerasını indirerek. Elindeki makine çok pahalı görünüyordu.

"Kamerayla ne yaptığınızı sorabilir miyim o halde?"

"Ben bir belgesel yönetmeniyim. Bu benim işim. Doğada gördüğüm bütün ilginç canlıları kamera kaydına alırım."

Bir de hiç suçu yokmuş gibi rahat ve gamsız tavrıyla açıklama yapıyor. Cidden benle dalga geçiyor olmalı. "Ne çektiğinizi görmek istiyorum. İnsanları izinsiz kameraya almanın suç olduğunu biliyorsunuzdur umarım."

Omuz silkti. Çektiklerini göstermesi için diretecekken tepemizden ciyak ciyak bağıran bir kuş geçti. Adam hayvanı bahane ederek uzun bacaklarıyla kuşun peşinden koştu ve saniyeler içinde gözden kayboldu. Mağduriyetimle ortada kalakaldım. Göz göre göre beni kandırıp paçasını kurtarmıştı. Tövbeler tövbesi! Böyle acayip insanlar da hep beni bulurdu.

Arkamı döndüğümde altın tenli kızı biraz evvelki ağacın dibinde bulamadım. Gitmişti. Eşeği orada bırakıp etrafta gezinmem de sonuç vermedi. Belgeselci adam yüzünden kızcağızı kaybetmiştim. Hay aksi! Koca ormanda küçük, savunmasız bir kız çocuğu yolunu nasıl bulurdu? Acaba benim küçükken yaptığım gibi ailesinden habersiz ormana mı kaçmıştı o da? Gerçi öyle sarışın mavi gözlü bir kızı bu dolaylarda hiç görmemiştim. Dış görünüşü yabancılara benziyordu. Ten renginin o kadar sarıya kaçması herhalde hasta olduğuna işaretti. Rıfat da bebekliğinde sarılık geçirmişti.

***

"Nefise," dedim utangaç bir tavırla. Bugünkü tefsir dersinin yoğun etkisi altındaydım ve iyice hüzünlenmiştim. "Nasıl bu kadar güzel Kur'an okuyabiliyorsun? Sadece okumak da değil ayetleri açıkladığında şimdiye kadar ben ne yapıyordum, neden bu yüce kitabı anlamak için en ufak bir çaba bile sarf etmedim diye kendime kızıyorum. Keşke senin gibi Kur'an'la çok yakın arkadaş olabilsem."

"Arkadaşlıklar çaba gerektirir. Kur'an'ı okumayı anlamayı gönülden istersen inan bana Allah sana onun sırlarını açacaktır," diyerek güven verircesine gülümsedi.

"Ama biliyorsun okuyuşum çok iyi değil. Tecvidi bilsem de uygulamakta zorluk çekiyorum. Hem benim gibi sıradan bir insan Kur'an'daki ayetleri nasıl anlar ki?"

"Allah bu kitabı hepimize gönderdi Ebru. Sadece hocalara ve alimlere değil. O bizim hayat kitabımız, yol göstericimiz, huzur kaynağımız, gözümüzün nuru, arkadaşımız... Kendini üzgün mü hissediyorsun aç oku. Mutlu mu oldun durma mutluluğunu onunla paylaş. Unutma ki bütün ayetler bizzat Allah tarafından sana bana gönderilmiş mesajlar. Yaratıcımız orada bizimle konuşuyor. Bu çok mucizevi bir şey değil mi? Yani Allah'la konuşmak..."

Gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Yeşile kaçan iri ela gözlerinde samimi bir hayranlık ve aşk görüyordum. Bana sorarsanız köydeki en güzel kız oydu. Hani nur yüzlü diye tanımlanan insanlar olurdu ya Nefise de onlardandı. İçinin güzelliği dışına yansımıştı.

"Allah razı olsun Nefise. Bazen motel işlerinden öyle çok bunalıyorum ki... Çarşamba günlerini iple çekiyorum. Tefsir derslerin sayesinde kendimi Kur'an'a artık daha yakın hissediyorum."

"Allah asıl sizlerden razı olsun ki devamlı geliyor, dersleri hiç aksatmıyorsunuz. Güzel beraberliğimiz hep daim olsun."

İstisnasız her derse pasta börek yapıp getiren evli bir ablamız bugün yine döktürmüştü. Resmen elleriyle besliyordu bizi. Diyetimi bozmamak için her seferinde nefsimle büyük çatışmalara giriyordum. Aynı hamarat abla ağzına kadar yer fıstığıyla doldurduğu kâseyi bana uzatınca "Teşekkürler ben kullanmıyorum," diye geri çevirdim. Yer fıstığı en zayıf noktamdı. Bir kez yemeğe başladım mı dibini görene kadar elimden bırakamıyordum bu mereti. Çok tuzlu olduğundan bir de susatıyordu. Sonra koca sürahiyi deviriyordum. Genç yaşımda tansiyon hastası olmaktan korkuyordum.

Ders sonrası tatlı mı tatlı bir muhabbetin ardından evlerimize dağıldık. Camiden otobana inen eğimli patikada yürümeye başlarken içim içime sığmıyordu. Kendimi oldukça dinç ve yenilenmiş hissediyordum. Nefise etkileriydi işte bunlar. Onun gibi hayır konuşan bir dostum olmasaydı ne yapardım bilemiyorum. Allah'ım, şükredecek ne çok şey vardı!

Ancak bu mütevazi mutluluğumu bile bana çok gördü Severler Motel. Zira orada kötü bir havadis beni bekliyordu. Boş olan otobandan karşıya geçtiğimde küçük kuzenlerimin oyun seslerini işitmeye başlamıştım. Tesisteki çocuklarla bir araya toplanmış uzun eşek oynuyorlardı. Fatma yengem ise belini tutarak motelin girişini süpürüyordu. Beni görünce heyecanla el salladı. "Sana bir haberim var!" diye seslendi. Sesindeki keyifli tını beni korkutuyordu. Hoşuma gitmeyecek bir şey söyleyeceğini seziyordum.

Nihayet yanına vardığımda şüpheli bakışlar attım ona. "Ne oldu yenge?"

"Dediğim çıktı Ebru! Bahsettiğim belgeselci bugün motelimize gelip kendisi için bir oda tuttu."

"Yenge o adamı nasıl motele alırsınız?" diye böğürdüm. Olacak iş değil!

"Nesi varmış oğlanın? İyi aile çocuğuna benziyor. Çok saygılı, görmüş geçirmiş biri."

"Adam sapığın teki!" diyerek hemen aksini savundum. "Sinsice bir yere saklanıp insanların videosunu çekiyor."

Bana esefle baktı yengem. "Tanımadığın insanlar hakkında böyle konuşma. Vallahi çok günah!"

"Tamam tamam bir şey demiyorum." Ağzıma fermuar çektim. Yenilgiyi kabul ettiğimi sanmayın sakın. Dilimin ucuna gelen bir kamyon dolusu lafı hiç istemesem de yutmak zorunda kalmıştım. Bizimkilere ormanda olanları anlatırsam altın kız hakkında sonu gelmeyen sorulara maruz kalırdım. Hele bir de amcam Saraygil topraklarına o kadar çok yaklaştığımı öğrenirse fena kızardı bana. Zira Saraygillerden hiç hazzetmiyordu. Haklarında konuşulmasına bile katlanamıyordu.

Yengem elindeki saman süpürgesini duvara dayayıp kapının önündeki iskemleye oturdu. "Mahir son sınavını da vermiş Ebru. Eşyalarını toplamaya başlamış. Bir aksilik çıkmazsa gelecek hafta burada olur."

"Gözümüz aydın," dedim ve zorlukla sırıtmaya çalıştım. Patlayıcı delisi Mahir de gelince artık gırgır şamatası hiç eksik olmazdı köyün. Bari yaz bitene kadar ne yapıp edip hayırlı bir koca bulsam da çekip gitsem bu diyarlardan.

Yakuzaların devasa jipi yolun öbür ucunda görünürken hemen ayaklandım. "Yenge ben terasa çıkıyorum," diyerek yukarı kaçtım telaşla. Çekik gözlü haydutların kaba saba hallerine ne kadar az şahit olsam o kadar iyiydi. Dördüncü kata vardığımda soluk soluğa kalmıştım. Japonlardan kaçma işini sanırım fazla abartmıştım. Beni öldürecek değillerdi ya! Neydi bu çocukça korkum? Kendine gel Ebru.

Ellerimi yelpaze niyetine kullanarak yüzüme doğru sallarken terasa ulaşmak için geriye kalan son merdivenlere sevgiyle baktım. Birazdan biricik çatı katıma kavuşacak ve akşam namazına kadar aşağı inmek zorunda kalmayacaktım. Şu an tek isteğim ikindi namazını kılıp kafamı dinlemekti.

Dördüncü katın uzun koridorundaki ilk odanın kapısı birdenbire açılınca kaşlarımı merakla kaldırdım. O oda boş değil miydi? Keten pantolonlu salaş gömlekli belgesel yönetmenini görünce bir adım geriledim. Az daha merdivenlerden yuvarlanıyordum. Bu odayı mı tutmuştu? Beni görmezden gelerek yanımdan geçti. Aşağı indiğinde niyetini çözmek istercesine arkasından baktım. Ormandaki kabahatini ne kadar da çabuk unutmuştu. Pişkinliğine hayret etmemek mümkün değildi. En azından medeni bir insan gibi benden özür dileyebilirdi. O zaman gerçekten suçsuz olduğunu düşünür ve ormandaki hadisenin bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu kabul ederdim.

Kafa karışıklığıyla terasa çıktım. Yuvama kavuşunca yatağa sırtüstü attım kendimi. Severler Motel yüzünden sinir hastası olup çıkacaktım. İşin yoksa bir de akşam yemeği vaktinde motelin acayip müşterileriyle muhatap ol. Çok dertliyim komşular! Keşke herkes Nefise gibi stresten ziyade huzur veren bir insan olabilse.

...

Japonlardan Türkçe bileni bu akşam yoktu. Nereye gittiğini hiçbirimiz bilmiyorduk çünkü o olmayınca aradaki iletişim büsbütün kopmuştu. Ne soru sorabiliyor ne de sorduğumuz sorulara cevap alabiliyorduk. Yemekhanede herkes kendi köşesine oturmuş akşam yemeğini sessizce yiyordu. Gizli bir çekim yapıyor mu diye yönetmene özellikle dikkat ediyor, gözümü ondan ayırmıyordum. Fakat henüz şüpheli bir harekette bulunmamıştı. Kamerası da yanında görünmüyordu. Sanırım suç aletini odasında bırakmıştı. Makineye bir şekilde ulaşabilirsem kayıtları kontrol edip gerçeği öğrenebilirdim. Basit bir planım vardı. Adam henüz odasında değilken bir fırsatını bulup dördüncü kata gitmeyi kafama koymuştum.

Mekanda yalnızca yakuzalardan gürültü çıkıyordu. Bu duruma şaşırmadığınızı biliyorum. Açıkçası ben de hiç şaşırmadım. Yavaş yavaş adamları çözüyordum. Vurup kırmayı seven tiplerdi. Kendi köşemde oturmuş boş gözlerle Japonları izlerken içlerinden en iri olanı elini kaldırıp bana gel işareti yaptı. Daldığım düşüncelerden sıyrıldım bir anda. Amcam namaza gitmişti yengem ise mutfaktaydı. Yani kabadayılara karşı tek başımaydım. Hiçbir destekçim yoktu. İlkin işaretini görmemiş gibi davrandım. Aynı hareketi biraz daha gürültü çıkararak tekrarlayınca omuzlarımı şecaatle kaldırdım. Yanlarında korkak tavuklar gibi titremeyecektim! Başım dik gövdem düz onlara doğru yürüdüm. Sizden korkan sizin gibi olsun bre şoparlar!

Önce ağzını yayarak Japonca konuştu. Ben tek bir kelime bile anlamayınca küçümseyici bir bakış atarak İngilizceye geçti. Yine anlamadığımı belli ettiğimde lafını yüksek bir sesle yineledi. Sağır değilim be adam! Sanki sen bağırınca bir mucize gerçekleşecek ve bilmediğim bu yabancı dili anında öğrenmiş olacağım.

"Sorry. I didn't understand that," dedim berbat bir aksanla. "Could you speak... slow evet doğru kelime bu, slowly!"

Öbür müşteriler bakışlarını bize çevirmişti. Çok heyecanlı bir dizi izliyormuş gibi fazlaca keyifliydiler.

"Bu bölgeyi bilhassa ormanı iyi bilen bir rehber aradıklarını söylüyorlar." Yan masada oturan yönetmen İngilizce konuşma çabalarıma acıyarak bakmış, en sonunda yardım eli uzatmıştı. Mesele nasıl olduysa benden sekip ona geçti. İki masa şakır şakır İngilizce konuşmaya başlayınca yanlarında kendimi fazlalık gibi hissettim. Karizmam çok fena çizilmişti. Bu olaydan ibret alıp yarından tezi yok sıkı bir şekilde İngilizceye çalışmalıydım.

Nihayet sustuklarında gururu bir kenara bırakıp yönetmene sordum. "Ee ne diyor Japonlar?"

"Tutacakları rehberin ağzı sıkı, güvenilir olmasını istiyorlar. Bu iş için çok iyi para vereceklermiş. Türkiye şartlarına göre gerçekten yüklü bir miktar. Onlara önerebileceğin biri var mı diye soruyorlar."

Bütün bu kriterlere uyan yalnızca bir kişi tanıyordum: ben! Evet dostlar köyün ve ormanın her bucağını en iyi bilen o muhterem kişi bendim. Lakin böyle tehlikeli bir işe girişecek kadar aklımı yitirmemiştim. Hem biraz mantıklı düşünelim, kız başıma dört yakuzayla ormanda dolanmak kesinlikle uygun değildi.

"Aradıkları kişi Ebru'nun ta kendisi!" diyerek yemekhaneye dalan Mahir genişçe sırıtarak her iki elindeki valizi yere bıraktı.

"Sen nereden çıktın?" dedim hayretle.

"Erken gelerek güzeller güzeli aileme sürpriz yapmak istedim," dedi yuvarlak kafası genç yaşta iyice kelleşmiş olan Mahir. "Japonların teklifini kabul etmelisin Ebru. Korkma onlarla yalnız kalmayacaksın ben de seninle birlikte geleceğim. Bu sayede köyde açacağım kimya laboratuvarı için para biriktirmiş olurum."

Hayatımı altüst etmekte bir dünya harikası olan sevgili süt kardeşim, bana bu kötülüğü neden yapıyorsun?

"Birincisi Ebru değil Ebru abla diyeceksin bana. Unutma senden yedi ay büyüğüm. İkincisi yapacağın saçma bombalar için beni harcayamazsın. Üçüncüsü ve de en önemlisi bu mafya kılıklı Japonlar beni iki günde öldürür anlamıyor musun? Allah'ın emri peygamberin kavliyle evlenip çocuk sahibi olmadan dünyadan göçmek istemiyorum!"

3. Bölümün Sonu


Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *