Bir Hazin Sonluluk-1



Seyir Güncesi 
375. Kısım
Yapışkan ruhların ayrımından sonraki günlerde yaşanan can sıkıcı olayların ardından küçük bir vicdani ihtar:

Size geçen hafta bahsettiğim "kılcal dal ruhları" maceramın izlerini henüz üzerimden atamamışken çalıştığım departmana atanan yeni şefle birlikte günlerimi hayret ve dehşet duyguları içinde adeta bir sayıklamayla geçiriyorum.

Dişimle tırnağımla elde ettiğim işimi kaybetmemek için gerçek isimlerden ve mekanlardan bahsetmekten kaçınacağım sevgili okurlarım. Şefime Beton Bey diye seslenelim. 

Bir dakika rica ediyorum, sakinleşebilmek için naneli çay içmem lazım. Bal, limon, zencefil... Şu halde her türlü sağlıklı karışıma ihtiyacım var.

Tamamdır geri döndüm.

Toplum psikolojisinin sıhhati ve yeni nesillerin çürümemesi için önemli ikazlarda bulunmalıyım. Kulaklarınızı iyi açın. (Dikkatinizi anlatacaklarıma çekmek adına biraz abartmış olabilirim.)

Beton Bey'le dışarıda veyahut kapalı bir mekanda karşılaşırsanız asla sizi tanıdığını belli etmez, selam vermez. Aynı ortamdayken onun yanında kendinizi elektrik direği ya da serum sedyesi gibi hissetmeniz çok normaldir. Çünkü dönüp size bakma zahmetine girmez. Olur ya bir mucize gerçekleşir de size iyi davranırsa dikkatli olmalısınız, bunun uzun sürmeyeceğini katiyen bilmelisiniz. Dönüşleri hayli keskindir. İki dakika önce güzel güzel konuşurken iki dakika sonra konuşmamaya yeminli bir soğuk nevaleye dönüşebilir. Sizi baştan uyarıyoruz. Sorun bende mi, yanlış bir şey mi yaptım şeklinde kaygılara düşmeyin sakın. Beton Bey'in bir sonraki adımını kestirmek kesinlikle mümkün değildir. Bilim adamlarımızın da konu hakkındaki sessizliği, doğrudan doğruya bizim haklı olduğumuzu göstermektedir. İnsanlık tarihinde benzerine rastlanmamış bir şahsiyettir kendisi
.

Ruh sağlığınız için malum kişiyle bir arada bulunmamanızı salık veriyoruz. Zavallı sinirlerinizi umursuyorsanız Beton Bey'in soğuk davranışları için sebep aramaya kalkışmayın ve bu hallerini kafanıza takmamaya çalışın.

Son söz: Beton Bey'den uzak durun.

Özel dokunma sensörleriyle çalışan balon klavyenin tuşuna hırsla basıp sayfanın sonuna noktayı koyarken dünyalar kadar rahatladığını hissetti. Sanki düşmanını milyon kez yumruklamıştı. Öylesine hafiflemişti yüreği.

Temiz çamaşırları gardıroba yerleştiren annesi adımlarını masaya yöneltti. Kızın omzunun üstünden bilgisayar ekranına göz gezdirirken son satırları kısık bir mırıltıyla okudu. "Kim bu Beton Bey? İnşaat işine mi girdin yoksa?" dedi yarı şakayla.

"Aman boş ver anne. İsmi lazım değilin biri. Olanları tekrar anlatıp sinirlenmek istemiyorum," deyip masadan kaçarcasına kalktı Cansu. Şu anda sorguya çekilmeye hiç mi hiç hazır değildi.

Şalını takıp askıda duran trençkotunu hızlıca giymenin ardından masanın üstündeki öteberiyi çantasına sıkıştırdı.

"Yine nereye gidiyorsun Cansu?"

"Kaf Dağı'na."

Annesine yanıt verirken çoktan dış kapıyı arkasından örtüp sokağa çıkmıştı. Yakında otuzuna basacaktı; lakin hayatı hala bir nizama kavuşamamış ve belli bir rutine oturmamıştı. Bunda mesleğinin etkisi yadsınamazdı. Hiç şüphesiz Seyrusefer Birimi'nin en çok çalışan personeliydi. Çoğu zaman birkaç saatlik uykuyla ayakta kalıyordu. Allah biliyor ya ulaşım ağındaki problemler asla bitmiyordu. Her şeye rağmen Kaf Dağı'yla doğrudan irtibat kurabilen en yetkili birimde bulunmaktan çok memnundu.

Sokaktaki dijital panolarda bugün yazdığı yazı en popüler çit-çat-konuş sözcüsü tarafından okunuyordu. İtiraf etmek gerekirse resmi dairelerdeki sayılı meşhur günce yazarlarından biriydi. Ününü ise yaptığı düşsel gezileri titizlikle kayıt altına almasına borçluydu. Gerçek kimliğini kitlelerle paylaşmamak çalıştığı kurumun mühim bir kuralıydı. Bu sayede Kaf Dağı da dahil pek çok zihin merkezlerine girip çıkabiliyordu.

"Beton Bey mi? Kim olabilir acaba?" şeklinde sualler dolaşıyordu kalabalığın içinde. Mırıltıları bittabi duyan Cansu başını iki yana salladı. Bütün bu insanlardan hiçbirinin söz konusu şahısla tanışmak isteyeceğini sanmıyordu. Kesinlikle anlaşılması güç bir adamdı. En kötüsü de Beton Bey çalıştığı birimin şef koltuğuna oturmuştu. Evet beyefendi iyi bir mevkiye gelmek için hayli başarılara imza atmış olabilirdi ama yine de çimento gibi katı bir karakteri vardı adamın. Ve Cansu bundan nefret ediyordu. Onun emri altında çalışmaya ne kadar zaman dayanabileceğini kestiremiyordu.

Tepesinde kocaman kırmızı harflerle Kaf Dağı yazan doksan katlı gökdelenin kapısında bir miktar duraksadı. Buraya her geldiğinde tuhaf bir ürperdi sarıyordu bedenini. Keşke şirketin logo rengi kırmızı değil de yeşil mavi gibi daha iç açıcı bir şey olsaydı. Bilet satın alırken dört bir yandan kırmızı gözler tarafından izlenmek pek hoş değildi zira.

Yapay şelale biçimdeki dev kapıdan içeri ayak bastığında sempatik bir çit-çat-konuş hologramı karşıladı genç kadını.

"Biliş ve bilinç merkezimize hoş geldiniz. Kaf Dağı'nda arzu ettiğiniz düş vadilerinde özel indirimlerle yolculuk yapabilirsiniz."

Adet yerini bulsun diye bonkör davranıp emir kulu hologramcağıza dijital bahşiş vermeyi ihmal etmedi tabii. Cansu esasında yüce gönüllü bir insandı. İşaretli okları takip ederek kabinleri bulmaya çalışırken kafası yine karışmaya başlamıştı. Her türlü hırsızlık ve soygun olaylarına karşı şirketteki tüm koridorların konumu saat başı değişirdi. Bu durum bir yandan iyi bir yandan da kötü sayılırdı. Kaf Dağı'na sayısız kez gelmiş olmasına rağmen bilet kabinlerine ulaşmak için her seferinde farklı bir yol kullanıyordu. Gerçekten yorucu bir şeydi. Bazen hafızasına olan güveni ciddi manada zedeleniyordu.

Koridorlar arasında ter dökerek yönünü bulmaya uğraştığı esnada Kimyasal Terapi Salonu'na kadar geldiğini biraz geç fark etmişti. Yerden iki metre yükseklikteki dönerli koltuklar havada asılı haldeydi. Düşük yer çekimli salonlar şu sıra epey modaydı. Genç kadın bakışlarını şeffaf duvarlardan içeri gezdirirken neredeyse hiç boş koltuk göremedi. Müşteriler upuzun alüminyum hortumların ucundaki maskeleri yüzlerine takmış, ultra seyreltilmiş antidepresan kokteyleri büyük bir zevkle soluyordu.

Nihayet aradığı bölgeye vardığında rahat bir nefes verdi. Bir an hiç bulamayacağını sanmıştı. Kimlik okutucunun cam haznesine girince arka fonda tatlı bir müzik çalmaya başlamıştı. "Merhaba şekerim," dedi Cansu hem profesyonel hem de sevecen bir ses tonuyla. "Ben İmgeciler Dergisi yazarı Nevcihan. Promosyonlu seferlere katılabilmem için özel bir iznim mevcut. Fakat Göz-izi kodumun süresi geçtiği için şu an yeni bir kod kullanmak durumundayım. İnşallah sisteminizin veri tabanında sabıkası yoktur."

"Hoş geldiniz Nevcihan Hanım. Göz-izi'niz okutuluyor. Lütfen bekleyiniz."

Tanıma işlemi gerçekleşirken robotik ses birkaç saniyeliğine susmuştu. Cansu'nun gözlerinde lens biçiminde çok amaçlı ve süreli kimlik bulunuyordu. Bunu alışverişlerinde cüzdan gibi kullanabiliyor, ayrıca ulaşımda ve ücretli mekanlara girişte okutabiliyordu.

"Kodunuz uyuşuyor. Geçebilirsiniz."

Gerekli tarama yapıldıktan sonra zeminden katlantılı merdivenler yukarıya uzanmış, müşterinin geçmesi amacıyla tavandaki kapılar otomatik bir şekilde aralanmıştı. Uzun beyaz saçlı ve sarı gözlü hologramlar tarafından odadan odaya sevk edildi. Çevresindeki kontrolsüz değişimden ötürü neredeyse başı dönmüştü. Ah şu yolculuk prosedürlerinden hiç hazzetmiyordu!

Biletine kavuştuğu zaman artık yürümekten ayaklarında derman kalmamıştı. Kaf Dağı'nda ışınlanmaya benzer bir teknolojinin bulunmaması cidden üzücüydü. Bu işletmede her şeyin manueli makbuldü sanırım. 

Gözünü hayli uzak mesafedeki 10082 numaralı rüya kabinine dikti Cansu. Seyir Güncesi'nin 376. bölümünü yazmak için şu son seyahatte iyi malzemeler toplamalıydı. Rekabet Kurumu'nun güncel istatistiklerine göre son bir ayda derginin reytingleri %9.2 oranında düşmüştü. Şişko patronu Haydar Aziz, canı sıkkınken dünyadaki en çirkef insana dönüşüyordu. Sosyetenin meşhur simalarından olan Haydar Bey'in adını yayın camiasında duymayan yoktu doğrusu. Halihazırda İmgeciler Dergisi'nin baş yönetmeniydi fakat edebiyattan zerre miktar anlamazdı.

Cansu bu kez aksiyonlu bir düş aleminde gezmeye karar vermişti. Şöyle yüreğini hoplatacak, kanını fokur fokur kaynatacak cinsten maceralara yelken açmayı planlıyordu. Daha fazla okurun dikkatini çekecek sansasyonel birkaç olay yazabilirse işte o zaman haftalık reyting sıralamasında en tepeye çıkmayı garantilerdi.

Aile boyu kabin için toplu bilet almış iki çocuklu aileyi göz ucuyla izledi. Aklı kendi çocukluk zamanına gitmişti. Esasen o ve yaşıtları gerçek tatil yapan son nesildi. Oysa şimdi fiziki açıdan bir şehirden başka bir şehre gitmek ciddi manada meşakkatliydi. Üstelik öylesi pek talep de edilmiyordu. Sanal tatiller son yıllarda müthiş yaygınlaşmıştı. Rakamlar hakikaten inanılmazdı. On sene önce resmi iş yerlerinde yıllık izin uygulaması kalktığından beri insanlar haftada tek gün olan izinlerini düş merkezlerinde geçirme seçeneğine sığınmıştı. Hızlandırılmış birkaç saatlik sanal yolculuklar, bütün müşterilerine haftalık ve hatta aylık tatil algısı vadediyordu. Sanal tatilin öncüsü olan bu seyahat acenteleri hiç kuşkusuz ülkede en çok kazanan şirketlerdendi.

Lacivert kabanlı bir adam hızlı adımlarla Cansu'nun yanından geçerken genç kadın şahin misali hemen gözlerini kıstı. O an durduk yere belirsiz bir aşinalık hissetmişti. Ve sezgilerine güveni kesinlikle tamdı. Dikkatli bakışlarını paltolu yabancının sırtına diktiğinde hızlı işleyen beyni sayesinde şahısın kim olduğunu çabucak çözmüştü. Bu... Beton Bey idi! 

Bir dakika! Az önce ne olmuştu? Soğuk nevale diye nam salan şefi onu alenen tanımazdan gelmişti öyle değil mi? Pes vallahi, diye hayret etti Cansu. Tamam, adamdan davullu zurnalı bir karşılama töreni beklemiyordu ama en azından küçük bir selamı hak ediyordu. Birlikte aynı kurumda aynı çatı altında o kadar mesai harcamışlardı ne de olsa. Kızcağız anasından babasından daha çok ofisteki iş arkadaşlarını görüyordu.

Hırsla burnundan soludu. Ah Beton Bey'in suratına bir tokat aşk etmeyi nasıl da çok isterdi şimdi! Parmak izi hatıra mahiyetine derisine kazınsaydı şöyle... Vallahi hayali bile güzeldi. Hıncından kalbi hızlı hızlı atarken ansızın zihninde çılgınca bir fikir yeşermişti. 

Aralarındaki mesafeyi kapatmak üzere koca adımlarla adama yanaştı. "Beyefendi bakar mısınız?" diye seslendi üst düzey bir oyunculukla. "Sanırım biletinizi düşürdünüz. Bereket ki hemen yerden alıp size geri getirebildim. Mazallah kötü ellere düşseydi kim bilir neler olurdu? Düşünebiliyor musunuz, saatlerce yolculuk yapıp size kabarık bir fatura armağan edebilirlerdi."

Cansu, Beton Bey'in onu sesinden tanıdığına emindi. Arkasına dönmeyi reddetmesi halihazırda bu kanıyı destekliyordu.

"Hay Allah neden cevap vermiyorsunuz?" Sağduyulu ve gayet insancıl vatandaş rolünü zevkle sürdürdü. "Ay boyun sinirleriniz felçli mi yoksa? Çok çok geçmiş olsun. Ne derler bilirsiniz sağlık her şeyden önemli."

Adamı çileden çıkardığına yemin edebilirdi. Muhatabı gizlenmeyi bırakıp nihayet yüzünü çevirme lütfunda bulunmuştu. "Duyarlı tavrınız için teşekkür ederim Cansu Hanım, ben gayet sağlıklıyım. Ayrıca biraz daha kısık sesle konuşmanızı rica edebilir miyim?" dedi çevrelerindeki meraklı insanlara soğuk bir bakış atarken. Uğultunun kesilmesini istiyor gibiydi.

Hakikaten müşterilerin büyük bir kısmı pürdikkat ikiliyi izliyordu. Gözlem penceresindeki dürbünlü güvenlik personelleri ise ortamın nabzını ölçmek muradıyla ayağa kalkmıştı. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.

"Aaa Mustafa Bey gözlerime inanamıyorum! Sizi Kaf Dağı'nda görmeyi hiç beklemiyordum. Hayırdır inşallah bakanlıktan yeni bir denetleme emri mi çıktı?"

Aslında böyle olmadığı sivil giyinmesinden belliydi. Ama kimin umurunda? Beyefendinin canını sıkma fırsatını bulmuşken elbette kaçıracak değildi Cansu.

"Hayır iş dışı bir sebeple buradayım," diye cevap verdi muhatabı. Kırışmış alnına bakılırsa kızı nasıl atlatacağının hesabını yapıyordu.

"Eee biletinizi almayacak mısınız? Bu şeyin sizden düştüğüne iki gözümle şahit oldum." Az evvel bedavaya aldığı son promosyonlu bileti kararlılıkla uzattı. Yüreği azıcık sızlıyordu tabii. Beton Bey yine çimentoluk yapıp planını bozarsa biletini boşuna yitirmiş olacaktı.

Adam şüpheci bakışlarıyla Cansu'yu enikonu tartarken bileti gönülsüzce avuçladı. Kağıt parçasının ondan düşmediğinin pekala idrakindeydi; lakin millete daha fazla reklam olmamak için meselenin bir an önce kapanmasını istiyordu.

"Mustafa Bey," dedi kadın öksürerek. Dünyadaki en saf en masum en iyi kalpli insan bakışı attı karşısındakine. "Aslında sizinle karşılaşmam çok yerinde oldu. Yüce Mevlam sizi hayırlara vesile olasınız diye karşıma çıkardı bence. Biliyorsunuz bugün yeni bir seyahat makalesi yazmam gerekiyor. Fakat promosyonlu bütün biletler tükenmiş. Acaba rica etsem hususi yolculuğunuzda şöyle ucundan kıyısından size eşlik edebilir miyim? Hem maşallah kabinler iki kişiye yetecek büyüklükte. Kaybettiğiniz bileti bulduğum için emrivaki yapmaya çalıştığımı düşünmeyin sakın. Hayır, katiyen öyle çıkarcı bir niyetim yok. Sadece minicik ricamı şahsınıza arz ediyorum efendim."

Vay be, diye içinden geçirdi Cansu. Resmen ayaküstü roman yazmıştı. Üniversitedeyken part-time simülasyon laboratuvarlarında çalışmasının semeresini işte böyle kritik anlarda alıyordu. Allah günahlarını affetsin bazen ayaklı yalan makinesine benziyordu. Gıcık erkek kardeşi bu halini görse kınayıcı bir suratla "Cehennem zebanisi," derdi ona.

Beton Bey'in teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Nitekim müspet yanıtı gecikmemişti. "Peki," diye başını sallarken ellerini kabanının cebine koydu. "Haydi gidelim Cansu Hanım. Seferin başlamasına az vakit kaldı."

Cansu gülmemek adına dudaklarını dişliyor, muazzam bir mücadele veriyordu. İçinden damat anası gibi göbek atmasına rağmen neşesini hiçbir surette dışarıya yansıtmamayı başarıyordu neyse ki. Bu eforundan dolayı kendisini tebrik etmeliydi.

"Baba geç kalıyoruz, gelmeyecek misin?"

Tam da yolu yarılamışlardı ki başlarını 10081 numaralı kabinin neon ışınlı kapısında dikilen küçük oğlana çevirdiler. Cansu tereddütle şefini inceledi. O esnada çocuk aynı üzgün ifadeyle tekrardan baba diye seslenmişti.

"Küçük yavrucak sanırım sizi çağırıyor Mustafa Bey. Yaban ellerde ailesini mi kaybetti acaba?"

Adam mimiksiz ifadesini bozmadan adımlarının yönünü değiştirdi, çocuğun yanına gidip diz çöktü ve ona sessizce bir şeyler söyledi. İki taraf da anlaşıp kafalarını sallamışlardı. Ortada tuhaf işler dönüyordu. Genç kadın dedektif edasıyla gözlerini kısarken şefi çoktan sabinin elinden tutup yanına kadar gelmişti.

"Oğlum Yusuf," diyerek iki kelimelik bir açıklama yaptı.

"Oğlunuz mu?"

Demek Beton Bey'in sırrı bu minik afacandı. İzin gününde Kaf Dağı'nda baba oğul birlikte eğlenceli bir gün geçirmeyi planlamışlardı belli ki. Cansu iş yerine dair hafızasını biraz yoklasa da adamın parmağında alyansa rastladığını hiç anımsamıyordu. Evli olduğuna dair bir dedikodu olsa muhakkak duyardı. Acaba dul muydu? Ay tövbeler tövbesi! Onu hep bekar biliyorken ansızın baba olduğunu öğrenmişti. Dünya garip yerdi doğrusu.

Kıvırcık turuncu saçlı yavrucakla garip bir şekilde bakışırken ortamı biraz yumuşatması gerektiğini biliyordu. Halkla ilişkilere dair iletişim yeteneklerini kullanmanın tam vaktiydi esasında. "Merhaba Yusuf ben Cansu. Babanın iş arkadaşıyım. Eğer müsaaden olursa bugünkü düş seferinizde size eşlik etmek istiyorum," dedi sevimli bir tebessümle. Ardından sesini alçaltıp oğlanın kulağına doğru eğildi. "Senin gibi yakışıklı bir beyefendiyi Kaf Dağı'nda ilk defa görüyorum. Bana sorarsan Mustafa Bey'e hiç çekmemişsin."

Çocukcağızın ürkekliği tutmuş, gözlerini kaçırarak ceylan misali babasının arkasına saklanmıştı. Aşk olsun korkulacak neyim var ki benim, diye içinden kırgınca sitem etti Cansu. Yoksa yanlış bir şey mi söylemişti?

En iyisi vaziyeti toparlamaktı.

"Hahaha şaka yaptım canımcığım. Baban o kadar da çirkin bir adam değil. Sadece fazla kumral. Nasıl desem... Saç renginiz farklı olduğu için sizi pek benzetemedim birbirinize."

Eh madem Yusuf babasına düşkündü öyleyse şefine laf atmaktan kaçınmak daha isabetli bir davranış olacaktı. Bundan sonra ağzından çıkan sözleri dikkatle hatta cımbızla seçmeliydi.

Fosforlu sarı ışıkların arasından 10082 numaralı cam kabine girince ortadaki beyaz mum yanmaya başlamıştı. Arka fonda hafif bir motor uğultusu işitilirken hem mum alevi hem de mumun ebatı gitgide büyüyordu. Saniyelerin ardınca akışkan bir beden biçimini almıştı. Seferden sorumlu kaptandı bu zat. Uzun beyaz sakallarını çekiştirerek tok bir kahkaha attı. Her yolculuk öncesi aynı heyecanla dümeni çevirirdi.

"Beyler bayanlar aracımız hareket etmek üzere. Sıkı tutunun."

O ana kadar kadar çekingen davranan Yusuf coşkuyla ellerini çırptığında genç kadın ortamda tek eğlenmeyen kişinin Beton Bey olduğuna kanaat getirmişti. Adam arabesk müzik sanatçılarının duruşunu yansıtıyordu adeta. Bir tutam isyankar, bir tutam derbeder, bir tutam mahzun...

Doğrusu şu ki zihin seferlerinin başlangıcı genellikle biraz rahatsız ediciydi. İlla bir benzetme yapmak gerekirse su altında dalış yapma hissi veriyordu. Neredeyse her yolculukta Cansu'nun kulakları ağrıyor, vücudu yüksek bir basınçla sıkıştırılıyordu.

Dışarıdan bakıldığında mesut bir aile tablosu çizmiş gibi görünüyorlardı. Fakat Cansu tabloya sonradan eklenmiş davetsiz bir misafirdi. Evet, görünüşe aldanmamak lazımdı. Beton Bey kadının Nevcihan takma adıyla ülkenin en popüler dergisinde hakkında dedikodular çiziktirdiğinden tamamen habersizdi mesela. Hakikati bilseydi onu değil kabine almak Seyrusefer Birimi'nin kapısına bile yaklaştırmazdı. Esasen Cansu resmi mecralar da dahil birçok dergide gezi yazıları yazıyordu. Birden fazla takma ad kullanması gizliliğini sağlayan yegane faktördü. Bu yüzden kimliği ortaya çıkacak diye daha az kaygıya kapılıyordu.

Hareket edeli iki dakikayı geçmemişti ki cam kabin müthiş bir şiddetle sallanmaya başladı. Genç kadın dengesini yitirip peşi sıra küçük bir çığlık atmıştı. "Neler oluyor?" diye bağırırken tekrar zemine çakılmaktan korunmak için bir yerlere tutunmaya çalıştı. Oysa Kaf Dağı'nın kabinlerinde arıza çıkma oranı çok çok düşüktü. Böyle nadir rastlanılan bir şansızlığın onları bulduğuna hayret ediyordu.

"Acil durum! Beklenmedik bir hata oluştu! Acil durum!" uyarıları yükselmişti hoparlörden. Turuncu oğlan korkudan babasına sarılmıştı. Kırmızı ışıklar çıldırmışcasına yanıp sönüyordu ve siren seslerini andıran kulak tırmalayıcı bir gürültü bütün kabini doldurmuştu. Şiddetli bir çarpmanın ahirinde beyaz mum ortadan ikiye ayrılırken kaptanın görüntüsü bir hayal bulutu şeklinde yok oldu. 

Sonunda sarsıntılar bitmişti. Kim bilir hangi meçhul diyara iniş yapmışlardı?

Zihin ve düş dünyası uçsuz bucaksızdı. Sayısız adette farklı alemler vardı. Kaybolan insanların bulunma ihtimali çok düşük olduğundan şirketler teknik arızalara ölümcül hata gözüyle bakıyor, bunlardan kaçınmak için kabinlerin teknik bakımlarına milyon paralar ödüyordu.

Bittik biz. Bittik. Sonumuz geldi. Kırk yılda bir insanların başına gelen şu ölümcül teknik arıza bula bula bizi buldu. Talihsizliğin bu kadarına ne demeli canım Allah'ım?

Genç kadının iç sesi felaket tellallığı yaparcasına karamsar bir havayla konuşuyor, hatta hiç susmuyordu.

"Burası neresi?" dedi Yusuf babasının kollarından hala ayrılmazken. Kabinin camı çeşitli noktalardan çatlamıştı ve böylece dışarıdan içeriye gündüz ışıkları sızıyordu.

Şarjı tükendi tükenecek haldeki navigasyona doğru eğilip küçük ekranda yazılan ismi okudu Cansu. "İber yarımadası mı?" diye mırıldandı. Beyni çalışmayı unutmuş gibiydi. "Nasıl yani? Endülüs'e mi geldik biz?"

"Çarpışma yüzünden hatlar karışmış olmalı," dedi Beton Bey serinkanlılıkla. Oğlunu Cansu'ya bırakıp ayağa kalktı ve bilek gücünü o da yetmeyince omzunu kullanarak kapıyı açmaya çalıştı. Hasarlı kapı fena takılmıştı. Açabilmek için epey uğraşması gerekti.

Yarım saate yakın bir gayretin neticesinde nihayet kurtuluş işareti olan çıt sesi kulaklarını okşadı. Şükürler olsun kapının kilidi serbest kalmıştı.

"Otomatik imha için geri sayım başladı. Doksan dokuz, doksan sekiz, doksan yedi..."

Kapının açılmasına sevinmişken robotik sesin dehşetli sözleri bir bomba gibi düşmüştü içeriye. Birkaç saniyeliğine donup kalan Cansu ve Mustafa yutkunarak göz göze geldi. İlk şaşkınlık anını atlatır atlatmaz çocuğu kucaklayıp bedenlerini can havliyle dışarıya attılar. Kabinden olabildiğince uzaklaşmak için sektesiz bir şekilde koşuyor, bu süre zarfında içlerinden geri sayıyorlardı. Kanlarındaki adrenalin seviyesi neredeyse pik yapmıştı. 

Dokuz, sekiz, yedi, altı...

Üç, iki, bir!

Zannettikleri akıbetin aksine hiçbir şey infilak etmemişti. Kabinin imhası mum alevinden farksızdı. Bir anda sönmüştü. Ortada ne kabin kalmıştı ne de ona ait herhangi bir iz. Uykudan uyanınca son bulan rüya gibiydi.

Patlama benzeri bir olay gerçekleşmediği için üçü de çok rahatlamıştı. Cansu küçük çocuğun elini sımsıkı tutarken aynı zamanda hayranlıkla etrafa bakındı. Başının üstünde masmavi bir gökyüzü asılıydı. Parlak güneş, beyaz bulutlar, bereketli yeşil araziler, özgürce kanat çırpan kuşlar... Uzun zamandır bu denli temiz bir hava solumamıştı. Burası gerçekten de Endülüs müydü?



Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *