Bir Hazin Sonluluk-2




10082 numaralı kabinin otomatik imhası sonrasında geri dönüş için ellerinde hiçbir çare kalmamıştı. Üstelik sadece kıta değiştirmemişlerdi. Ayrıca geçmiş zamana inmişlerdi. Bazen gerçeği hayalden ayırmak çok güçtür. Hiç kuşkusuz bu da öyle muammalı anlardan biriydi. Gezi acenteliği yapan düş merkezlerinin medyadan sakladığı karanlık bir yüzü vardı elbette. Yaptıkları iş bünyesinde önemli riskleri barındırıyordu. Zihnin derinliklerini kurcalarken seyrek de olsa müşteriler akıl sağlığını yitirebiliyordu. O tür bir durumda kişi gittiği düş ülkesinden haliyle asla dönemiyordu. Ya da gerçekten makinelere bağlı teknik bir hata oluşuyor ve müşteri yalnızca zihni değil fiziki olarak da kayboluyordu.

Teknik hatanın son kurbanı olan üç yolcu, birilerine rastlamak umuduyla ıssız araziyi birkaç saat boyunca gezmişlerdi. Nihayet insanların iskan ettiği zeytinlik bir bölgeye ulaştıklarında bacaklarında artık derman kalmamıştı. Yazık ki zeytin bahçelerinde çalışan köylülerle doğru düzgün bir iletişim kuramamışlardı. Yerli halktan cüzzamlı muamelesi görmek üzücüydü doğrusu. Köylülere seslenmeleri inatla cevapsız kalmış, kimse dönüp onlara bakmamıştı. Moral bozukluğuyla biraz daha ilerleyip koca bir ağacın altında mola verdiler. Uzaklardan akarsu şırıltısını duyabiliyorlardı. Tarlada çalışan köylüler tarafından neden soğuk karşılandıklarını düşünüp durdu Cansu. Önceden Endülüs'ü ziyaret eden Kaf Dağı yolcuları acaba kötü bir intiba mı bırakmışlardı? Belki de geleceğin hırslı insanları geçmişle çatışarak Endülüs topraklarında suç işlemişti.

Genç kadın başını iki yana sallayıp bu sorgulamaları çabucak zihninden attı. Elinde kalan bir damla aklını toplamaya çalışırken asıl önemli olan meseleye kafa yormaya karar verdi. Ne yapıp edip evlerine geri dönmeleri lazımdı.

"Ne derler bilirsin, biraz pozitif düşünmeliyiz. Birileri eninde sonunda yokluğumuzu fark edecek. Hem sen önemli bir adamsın. Emrin altında çalışan bir sürü memur var." Yoğun stresten ötürü artık şefine kader arkadaşı, dert ortağı gözüyle bakıyordu. Hatta çoktan siz hitabından sen hitabına geçmişti.

Fakat adam pek umutlu görünmüyordu. Dinlendikleri ağaç gölgesinde Yusuf başını babasının dizine koyup uyuyakalmıştı. Turuncu oğlan da onlar kadar bitkin düşmüş, hem acıkmış hem de susamıştı.

"Kaf Dağı mühendisleri yaşadığımız kazayı daha erken tespit edecektir," dedi Mustafa kaskatı bir gerçeklikle. "Ama bir süreliğine durumu gizleyeceklerine eminim. Ailelerimizin çabalarıyla hakikat ortaya çıkarılınca muhtemelen şirket yüksek bir tazminat ödeyerek bu işten sıyrılmaya çalışacak. Büyük otoriteleri memnun eden bir sistemi sonlandırmak kolay değil ne de olsa. Hatta bana sorarsan zihin merkezlerinin kapısına kilit vurulması ihtimali, mevcut düzende imkansıza yakın."

O konuştukça genç kadının içine kara bulutlar doluşuyordu. Vaziyetleri hakikaten vahimdi. Seyahat kabini Endülüs topraklarına inmişti inmesine ancak tam olarak hangi şehirde, hangi mıntıkada bulunduklarına dair en ufak bir tahminleri bile yoktu. Tarım arazilerinde gördükleri tek tük köylüler de soğuk davranınca keşke Arapça bilseydim diye hayıflanmıştı Cansu. Belki o zaman iletişim kurabilirdi. 

Esasen Beton Bey bu noktada yine ona karşı çıkmıştı. Problemin farklı lisanlardan kaynaklandığını düşünmüyordu. Zira Kaf Dağı'nı rakiplerinden üstün kılan en önemli avantajı, müşterilerine gittikleri hiçbir yerde dil sıkıntısı yaşatmamasıydı. Sistemin ana yapısında sanal bir dil mevcuttu ve söz konusu dilin bütün dataları sefer kontratı imzalandıktan sonra beynin temporal lobuna kaydediliyordu. Aç kapat tuşu görevi gören özel bir frekanstaki radyo dalgaları sayesinde sanal dili sadece seyahat esnasında ek ücret ödeyerek kullanabiliyordu insanlar. Hatta bu parlak fikirden yola çıkarak dünya üzerinde farklı dilleri konuşmanın doğurduğu "sorunu" çözmek adına birçok devlet yetkilisi teklifler sunmuş, benzer bir sistemi kullanarak yeryüzünde herkesin tek bir dilde birleşmesini önermişti. İnsanlık tarihi boyunca biriktirilmiş kadim malumatlar sanal dile çevrilecek ve teknoloji şirketlerinin sunduğu bilgi geçerli tek bilgi -evrensel bilgi- olacaktı, böylelikle diğer insanların başka dillerdeki evrensel bilgiye zıt dataları okumasının önüne geçilecekti.

Cansu şefini uzunca bir müddet dinlerken adamın hiç susmayacağı kanısına varmıştı. Daha fazla dayanamayıp, "Ay vallahi çok sıkıcısın!" diye isyan etti. Resmen içi şişmişti. Dümeni Beton Bey'in eline bırakmanın iyi bir fikir olmadığına artık emindi. "Ders kitabından çıkma sözlerin şu zavallı yavrucağı bile uyuttu. Hadi kalkalım! Madem dışarıdan bize yardım gelmeyecek o halde sistemin bir açığını yakalayıp geri dönmenin yolunu araştırmalıyız. Hiç olmazsa geceyi geçireceğimiz bir yer bulabiliriz."

Üstündeki ölü toprağı atıp enerjik bir şekilde doğruldu. Kol kaslarını güzelce esnetip hafızasındaki tarih ve coğrafya bilgisini azıcık kurcalasa da sonuç pek parlak sayılmazdı. Birkaç ipucu daha toplayabilirse belki zaman ve mekan konusunda isabetli bir analiz yapabilirdi. 

Hareket etmeye henüz başlamışlardı ki ters istikamette yeşil elbiseli uzun kuzguni saçlı bir atlı adeta yokluktan tezahür etmişti.

"Geride dur Cansu, birileri geliyor. Bu tehlikeli olabilir."

Adam tozu toprağı havaya savurarak peyderpey onlara yaklaşırken yavaşlamıştı. Elini havaya kaldırarak dostça selam verdi. Kırklı yaşlarda, derviş görünümlü ve güzel yüzlü biriydi bu kişi. "Yitik ülkeye hoş geldiniz!" dedi aynı sevecen tavırla.

Mustafa bir çeşit korumacı babalık iç güdüsüyle oğlunu hemen arkasına alıp sakladı. Kaşlarını çatıp iki adım öne çıktı. "Bizi tanıyor musun?" diye sordu şüphe içeren sesini yükselterek.

"Elbette. Ziyaretinizi dün akşam haber aldım." 

"Böyle bir şeyin olması imkansız. Endülüs'e gelmemiz planda hiç yoktu." 

"Kaf Dağı müşterilerinden önce düşünür ve müşterilerinden önce karar verir. Size ise seçim yaptığınız sanrısını lütfederek özgür hissetmenizi sağlar. Hissetmek önemlidir, haksız mıyım?" Dervişin manalı tebessümünün ardından ortam buz kesmişti. Endülüslü birinin zihin merkezlerinden haberdar olacağı kimin aklına gelirdi?

Cansu merakına yenik düşüp araya girdi. "Şirketin bizi buraya kasıtlı olarak sürüklediğini mi söylüyorsun?" Sesindeki heyecanı gizleyememişti tabii. Kafasında onlarca komplo teorisi uçuşuyordu.

Derviş suale yanıt vermek yerine usulca atından indi ve derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Örgüsü yeni açılmış gibi duran uzun saçları rüzgarın güçlü esmesi neticesinde havalanmıştı. Heybetli ve esrarlı görüntüsüyle mitolojik karakterleri andırıyordu. Rüzgar ıslık çalarak bir kez daha estiğinde adamın cismi ansızın ikiye bölünmüş, tıpatıp aynısı biri daha ortaya çıkmıştı. Diğer bir deyişle fotokopi makinesi misali bedenini kopyalamıştı.

"Tövbeler tövbesi!" Kanlı canlı bir şekilde şahit olduğu hadise yüzünden az daha çığlık atacaktı. Mitoz bölünme filan mı geçirmişti bu adam? Gördüklerini teyit etmek için Beton Bey'e dönüp fısıltıyla sordu. Şefi de aynı şekilde başını sallayınca yüreğine keskin bir korku yayılıverdi. Tek arıza Kaf Dağı'nın kabinlerinde değildi muhtemelen. Buradaki insanlar da pek normal sayılmazdı. Gerçek şu ki tecrübeli bir gezi yazarı olduğundan karşılaştığı bütün ilginç olaylar nabzını hızlandırıyordu. Kendi zamanına geri döner dönmez yapacağı ilk iş yeşil dervişle alakalı ilgi çekici bir şeyler yazmak olacaktı.

"Sen önden git ve akşamki konuklarıma biraz gecikeceğimi ilet." Yeşil adam kopyasının omzuna elini koyup üstü kapalı bir şeyler söylemişti. İki numaralı dervişin buyruğa baş eğip sessizce ata binmesiyle oradan uzaklaşması bir oldu. Nereye gittiğini merak eden bakışları arkasında bırakmıştı.

"Ah kusura bakmayın galiba sizi biraz şaşırttım. Nasıl desem... O yanımda olunca pek rahat konuşamıyorum. Bazen zihin merkezlerine bilgi sızdırdığından şüphelendiğim bile oluyor." Bu sözlerle kopyasından başkasını kastetmiyordu.

"İçinde iki ayrı kişilik mi taşıyorsun yani?" derken Cansu, gözlerini düşünceli bir biçimde kısmıştı. Endülüslü adamla ilgili olabildiğince ayrıntıyı öğrenmeliydi. Şayet inandırıcı bir hikaye karalamak istiyorsa gerekli malumatları titizlikle toplaması şarttı. "Dualizmden bahsediyorum. İyi ve kötü, beyaz ve siyah gibi bir zıtlık ilişkiniz mi var acaba?"

"Tam olarak öyle söylenemez genç hanım. Onun için büsbütün kötü biri diyemem ama ne yazık ki kesin manada güvenemiyorum da ona. Eskiden benimle beraber değildi ya da ben öyle sanıyordum. Varlığını çok geç keşfettim," diye açıklama yaptı. "Yeri gelmişken söyleyeyim ne yazık ki ben bir derviş değilim. Hakkımda yanlış düşünüyorsun."

"Ama sen nasıl..." Kızcağızın eli ayağına dolaştı birden. O an dili tutuldu ve nasıl bir yanıt vereceğini cidden bilemedi. "Şey, ne işle meşgulsün o zaman?" diyebildi en sonunda.

"Gökbilimciyim."

Gökbilimci... Aslında kulağa havalı, hatta eğlenceli geliyordu. Gezegenleri ve yıldızları izleyip hareketleriyle ilgili cebirsel işlemler yapmak... En azından Seyrusefer Birimi'nde memur olarak çalışmaktan daha iyiydi.

"Bazen haftalarca kütüphaneye kapanıyorum. Kitaplardan başımı kaldırdığım zamanlarda ise gecelerimi rasathanede geçiriyorum. Demem o ki mesleğim her zaman çok eğlenceli değil," diye yarım ağız gülümsedi.

"Sen, sen... Zihnimi okuyabiliyor musun?" Adamın gözlerini kaçırmasından bu kanaatini sağlamlaştırdı. Kafasında dolaşan düşüncelerini gerçekten duyabiliyordu! Tüylerinin diken diken olduğunu hissediyordu. Beton Bey'e "Derhal buradan kaçalım!" dercesine dehşetle baktı.

Mustafa da durumdan sıkılmış gözüküyordu. Cansu böyle bir şeyi talep etmese bile yine de aralarına girip sohbeti bitirecekti. "Evet bu kadar muhabbet yeter. İzninizle gökbilimci bey, yolumuza devam etmemiz lazım. Size mesleğinizde ve kopyanızla ilişkinizde başarılar dilerim," dedi mesafeli ve biraz da asabi bir çıkışla. "Ve sen Cansu Hanım, yabancılarla böyle rahatça konuşmamalısın. Kaf Dağı'nın kötü niyetli ajanları her yerde olabilir."

Gözleri kocaman açıldı kızcağızın. "Ajan mı? Şaka mı yapıyorsun? Peki ya ben bunu neden şimdi öğreniyorum?" diye hayal kırıklığıyla fısıldadı Mustafa'nın kulağına. Belli ki kabinin arızalanmasına dair şefinin ondan sakladığı daha çok şey vardı.

Gergin ortamı yatıştırmak için Endülüslü adam tamamen zararsız biri olduğunu ifade edip usulüne uygun bir şekilde kendini tanıttı. Şüpheleri silmeliydi. Hatta bunun için geç bile kalmıştı. "Adım Ziyat bin Küleyb. Memleketim İşbiliye'den ayrılıp Maleka'ya yerleşmemin üzerinden neredeyse yarım yıl geçti. Açık konuşmak gerekirse Kaf Dağı'nın casuslarını ben de duydum ama hiçbirini tanımam, onlarla işim de olmaz. Sizin gibi bu kadim topraklara uğrayan çok sayıda misafir ağırladım. Yolda kalmışlara yardım etmekten gayrı maksadım yok."

Zihin ve düş merkezlerine dair pek çok bilgiye sahip olan Ziyat yardım sözü verince az evvel fırlayan tansiyonlar yavaş yavaş düşmüştü. Hatta birazcık yumuşayıp rehberliğini kabul etmişlerdi. Onu takip ederek geceyi geçirecekleri güvenli bir yere sığınmak, daha makul bir fikir gibi gelmeye başlamıştı. 

Bineksiz saatlerce yürümelerine rağmen kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Dev kayalıklar ve dar bir vadiden oluşan yerleşim bölgesine ulaşmaları epey sürmüş, sabahı akşam etmişlerdi. Yorgunluktan ölecek haldeydiler. Fakat sonucuna değerdi. Cansu karşıdaki etkileyici manzarayı hayran hayran izlerken bütün halsizliği uçup gitmişti. Uçurumun üstündeki ihtişamlı kale efsunlu bir seraba benziyordu. Bulutsuz gökteki dolunay kalenin tam üstünde morumsu ışıklarla şavkıyordu.

"Burası neresi?"

"Maleka'dayız, yedi kapılı şehirde." Surlarla çevrili şehrin giriş çıkışları çok sıkı korunuyordu. Kalenin kapısına vardıklarında şükürler olsun Ziyat sayesinde rahatlıkla içeri girebilmişlerdi. Üstelik askerler tarafından büyük bir hürmetle karşılanmışlardı.

Karanlık çökmesine rağmen maşallah şehir halkı hâlâ ayaktaydı. Sokaklardaki neşeli hareketlilik hemen göze çarpıyordu. Uzaktan gelen müzik seslerine ve özenle giyinip süslenmiş insanlara bakılırsa birilerinin düğün derneği vardı. Fazla oyalanmadan kalabalığın arasından geçmiş, sadece kumaş dükkanlarının bulunduğu sakin bir sokaktan girip nihayet iki katlı büyük bir evin kapısında durmuşlardı. 

Ev sahibi Ziyat tokmağa dokunacağı esnada kapı kendiliğinden aralanmıştı. Kapıyı açan kişi kopyasından başkası değildi. İçeriye doğru usulca adım atarken iki ayrı beden şıp diye tekrardan birleşmişti.

"Çizgi filmlerde bile böyle tuhaf şeyler olmuyor," diye mırıldandı Yusuf. Cansu çocuğun iri bakışlarına gülümseyip boştaki eliyle turuncu saçlarını okşadı. Oğlan yolda babasını bırakıp utangaç bir tavırla Cansu'ya yaklaşmış ve elini tutmak istemişti. Sonrasında iyice kaynaşmışlardı. Yavrucak bir an olsun yanından ayrılmamıştı.

Küçük yuvarlak bir süs havuzunun bulunduğu avluya girince kulaklarını ud ve tambur sesi tatlı tatlı okşadı. Kadifemsi bir ses yumuşak bir ritimde şarkı söylüyordu. Dışarıdaki mevcut gürültünün aksine apayrı bir dinginliğe sahipti bu hane. Avluya bakan çoğu pencereden sarı ışıklar yayılıyordu. Gökbilimci sevilen ve sayılan biri olsa gerek ki geç kalmasına rağmen dost meclisi dağılmamış, konukları onun dönüşünü beklemişti. 

Ziyat müsaade isteyip dostlarına selam vermek üzere üst kata çıktığında diğer üçlü ellerini yüzlerini yıkayıp dinlenmek için alt kattaki koridora yönelmişlerdi. Hizmetli kızın gösterdiği geniş odada karınlarını doyurmanın ahirinde artık daha iyi hissediyorlardı. Nihayetinde ev sahibi eşikte belirmişti. Uzun saçlarını güzelce örmüş, yeşil kıyafetlerini beyazlarla değiştirmişti. Şimdiki haliyle daha genç göründüğü inkar edilemezdi.

"Siz de şiir meclisimize katılmak ister misiniz?" derken cevabı beklemeden onları peşinden sürükledi, ikinci kata çıkardı. Ahşap kapının üstündeki kakmalı gül desenleri çok zarifti. Endülüs'teki her şey kusursuz bir geometriyle yapılmış gibiydi. Evler, kapılar, duvardaki desenler, mobilyalar, kandiller... Bahçelerde lale ve mersinler... Her şey ama her şey dile dökülemeyecek düzeyde güzel ve orantılıydı.

"Burası Gülistan Kapısı," diye açıklama yaptı gökbilimci. "İçeri girmenin tek şartı aşk şerbetini içmiş olmaktır."

Hemencecik omuzları düştü genç kadının. "Bu kriter için kesinkes yetersizim ben," dedikten sonra gözlerini üzgünce Mustafa'ya çevirdi. "Sen gir, ben Yusuf'la aşağıda kalıp beklerim seni."

Üçü arasında tek aşık büyük ihtimalle Beton Bey'di. Adam boşanmış olsa bile sonuçta bir zamanlar eşine aşık olmuştu öyle değil mi?

"Hayır, ikiniz olmadan hiçbir yere gitmiyorum. Zaten şiir de sevmem."

Onun ağzından böyle bir karşılık duymayı hiç ummamıştı. Duygusuz diye bildiği Beton Bey hakikaten çok farklı davranıyordu.

Dönüp kararsız gözlerle Ziyat'a baktılar. Ev sahibi babacan bir edayla başını yavaşça salladı ve kapıdan içeri girmelerine müsaade etti. "Aşk şerbeti ölüm şerbetine benzer. Ne ki ikincisini tatmanıza az kaldı. Bu yüzden çiçek bahçesine girmenizde bir mazur yok."

Ölüm şerbeti derken?

Bizi ölümle mi tehdit ediyor, diye aklından geçirdi Cansu. Huzursuzca suratını astı. İyi hissetmiyordu. İnşallah sonları hayırla biterdi.

Dervişin misafirleri aristokratlardan oluşan saygın bir topluluktu. İşbiliyeli edipler, şairler, yüksek zümreden devlet adamları, halifenin sarayından nice meşhur simalar... Bağdat'tan gelen müzisyenler ud ve tambur çalıyor, en güzel aşk şiirlerini latif bestelerle söylüyorlardı. Cansu meclisteki her ayrıntıyı hayranlıkla seyrediyordu. Etrafındaki bütün insanlar çok zarifti. Şiirle konuşuyorlardı. İltifatları şiirle, sitemleri şiirleydi.

Beyaz tenli yakışıklı bir adam öne çıktı ve el işaretiyle müzisyenleri susturdu. Hasta ve kırılgan duruyordu. Çok ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. "Ey azizler aşıklara acıyın!" diye gönülden dokunaklı bir biçimde feryat etti. "Sevdiğim kadınının izini kaybettim. Bilmem onu gök mü yedi, yer mi yuttu. Yaşlı bir bilge kayıp sevgilimi bu aşk meclisinde bulabileceğimi söyledi."

Bilahare elim hikayesini anlatmaya başladı. Kelamı şiir, her cümlesi bir beyitti. Meğer kızı sadece bir kerecik görüp o anda sevda ateşine düşmüş. Kapı kapı dolaşmış, arayıp durmuş onu. Kimisi kızın Slav asıllı bir köle olduğunu ve çoktan Yahudi köle tacirleri tarafından uzak memleketlere satıldığını söylüyormuş. Arayışlarının beyhudeliğine inandırmaya çalışmışlar zavallı aşığı. 

Ortamı neredeyse ölüm sessizliği sarmıştı. Cansu en ırak köşede bağdaş kurmuş, elini çenesinin altına koyarak büyük şairi dinliyordu. Genç adamın ağzından dökülen incilerin etkisiyle başı dönüyor adeta yıldızlardan yıldızlara çarpıyordu. Neden sonra fark etti ki sahnedeki adamı pürdikkat dinleyen tek kişi o değildi. Her haliyle üst zümreye mensup birine benzeyen asil bir kadın tül perdenin arkasında oturmuş, gözlerini hiç kırpmadan şairin hikayesine kulak kesilmişti.

Cansu perdenin ötesindeki asilzadeyi uzun uzun inceledi. "Şairin sevgilisi o mu yoksa?" diye mırıldandı. Çileli aşığın kanlı yaşlarını görmesine rağmen kılını bile kıpırdatmıyordu. "Ne zalim bir kadın!" dedi kınarcasına.

"Derler ki başkasının camına taş atan, sırça köşkte oturmamalıdır." Mustafa dudaklarına istihzalı bir gülümseme yerleştirmişti. Belli ki bakışları deminden beri onu takip ediyordu.

"Daha açık konuşur musun?" diye homurdandı Cansu.

Bir anda göğsüne öküz oturmuştu. Eyvahlar olsun! Beton Bey, Nevcihan takma ismiyle dergilerde yazdığı makalelerden haberdardı galiba. Seyahat ve macera yazıları kaleme alayım derken laf arasında şefinin bol bol gıybetini yapmıştı. Şimdi gerçeği öğrendiğine göre gırtlağına yapışması an meselesiydi. Keşke o kadar abartıp da çekiştirmeseydi adamcağızı.

Tam kabahatinden dolayı özür dilemeye kalkışacaktı ki muhatabı oracıkta başka bir şey söyledi.

"Aşığının farkında olmayan tek sevgili tüllerin arkasındaki hanım değil." Sesinde hiçbir kinaye yoktu ancak sözlerinin altındaki mana başlı başlına imalıydı.

Aşık mı...
Kim aşık, kim sevgili?
Neler oluyor?

Hem Allah aşkına böyle karmaşık cümleleri nasıl bu kadar suratsız ve ifadesiz söyleyebiliyordu? Boşuna beton ve çimento türevi benzetmeler kullanmıyordu beyefendi için.

Tepki vermeyi unuttuğunu fark edince hemen silkelendi. Dakikalardır donmuş vaziyette boş boş bakıyordu adama. Hiçbir cevap vermemesi kabalık sayılır mıydı? Asıl beton ben miyim ne, diye kafasını umutsuzca salladı sonra. Mustafa'nın gözlerinde belli belirsiz bir dargınlık yerleşmişti. Hatta bu tuhaf tavrıyla biraz da kederli şairi anımsatmıyor değildi. Cansu hala neyi kaçırdığını çözememişti.

Ve ansızın beyninde kocaman şimşekler çaktı, patlayan şey havai fişekler de olabilirdi. O sırada ağzını aralasaydı hayretten çenesi zemine düşebilirdi. 

Sevildiğinden habersiz sevgili...
Yoksa ben miyim o?

"Ama... Ama... En başından beri benden nefret ettiğini düşünmüştüm. Ne zaman karşılaşsak selam bile vermiyor, görmezden geliyordun."

Yapmacık bir öksürükle boğazını temizledi Mustafa. "Aksine ben duygularımı fazlasıyla aşikar ettiğime inanıyordum."

"Aşikar mı?" 

Aynı şeyi konuştuğumuza emin miyiz acaba?

Ah! Beton Bey'in sevme biçimi böyleydi demek. Genç kadın gülse mi ağlasa mı bilemedi. 

Mevcut durumdan en memnun ve mesut kişi hiç kuşkusuz Yusuf'tu. Mutluluktan pırıl pırıl parlayan gözleri Cansu'nun afallamış çehresine odaklanmıştı. Hayretler olsun! Oğlan seyahatin başından bu yana ilk defa bu denli neşeli gözüküyordu.

Çalgıcılar tekrar nağmelerine başlayınca şairin çökkün silueti mekandan kaybolmuştu. Ne gariptir tüllerin arkasında oturan asil kadının da yerinde yeller esiyordu. Öyle görünüyor ki sevgili tekrar kaçmıştı. Aşık da peşine düşmüş, umutsuz arayışına devam etmişti. Hiçbir zaman kavuşamayacaklardı; çünkü bir araya geldiklerinde büyü bozulacaktı. 

Beton Bey Ziyat'ın çağrısı üzerine birkaç dakikalığına yanlarından ayrılınca Yusuf'la aralarında tuhaf bir sessizlik oluştu. Turuncu oğlan ona yakın oturduğu için birdenbire kulağına yaklaştı. 

"Babam biraz farklı biri. Annem öldüğünde hiç ağlamamıştı," derken yetişkin edası takınmış, cesurca omuzlarını dikleştirmişti. Zira önemli bir sırrını paylaşıyordu. "Annemi Kaf Dağı öldürdü. O da babama zarar vermek isteyen diğer ajanlardan biriydi. Yıllarca yanında yaşayarak şirket için gizli bilgiler topladı. Babam gerçekleri bilmediğimi ve öğrendiğimde çok üzüleceğimi sanıyor ama ben onun düşündüğünden daha güçlüyüm. Annem ben daha küçücükken Kaf Dağı için bütün rüyalarımı ve hayallerimi çalıyordu. O yaşlarda zihnimin bomboş olduğunu hatırlıyorum. Kreşteki arkadaşlarım hep çok sönük ve cansız baktığımı söylerdi. Sonra babam bende yanlış giden bir şeylerin olduğunu anladı, normal çocuklar gibi davranmıyordum. Annemin gerçek kimliği ortaya çıkınca hayatımız tepetaklak oldu. Birbirini takip eden korkunç olaylar yaşandı."

"Yusuf..." diye sesi titredi. Kollarını açıp çocuğa sarıldı. Böyle trajik bir aile geçmişinin olduğunu asla tahmin edemezdi. Geçinemedikleri için annesinin babasından boşandığını zannetmişti. Çoktan klasik bir ayrılık senaryosu kurgulamıştı kafasında. Oysa işin iç yüzü hayli tehlikeli ve karanlıktı.

"Sana bir şey sormalıyım ama eğer hoşuna gitmezse cevap vermek zorunda değilsin. Zihin merkezinin kötü bir yer olduğunu bilmenize rağmen neden bu sabah Kaf Dağı'ndaydınız? Aklınızda gizli bir niyet mi vardı?" dedi mevzuya çok temkinli yaklaşarak. Onu korkutmak istemiyordu.

Zannettiğinin aksine turuncu oğlan, sualini gayet normal karşıladı ve kafasını evet manasında aşağı yukarı salladı. "Babam merkezin kalbini keşfetmeyi amaçlıyordu," diye yanıt verdi sesini biraz daha kısık tutarak. "Biliyor musun ben hiç rüya göremiyorum. Sadece rüya da değil soyut bir şeyler hayal etmek, gözümün önünde bulunmayan bir nesneyi zihnimde canlandırmaya çalışmak benim için çok ama çok zor. Okuldaki arkadaşlarım sürekli bana bozuk makineye benzediğimi söylüyor. Her şeyi basit ve düz algılıyormuşum. Babam bu halime benden daha fazla üzülüyor. Hem annemi hem de kendisini suçluyor. Keşke bu kadar çok üzülmese..."

Evet, şimdi taşlar yerine oturuyor, diye düşündü Cansu. Kaf Dağı'nın Yusuf'tan çaldığı şeyi geri almak istiyordu Beton Bey. Ancak başarılı olamamıştı. Şirket ise hiç zaman kaybetmeden karşı atağa geçerek varlığını tehdit eden unsurları derhal yok etme yolunu seçmişti.

"Beni iyi dinle Yusuf. Sen bozuk makine filan değilsin. Hem bence böyle saçma sözlere kulak vermemelisin. Ne olmuş yani her şeyi düz düşünüyorsan, hayal kuramıyorsan?" derken yüzünü çevirip şair topluluğunu işaret etti. "Burada okunan şiirleri anlamak zorunda değilsin. Hepsi aslında aynı noktaya sesleniyor."

Oğlanın sol göğsünün üzerine elini koydu. "Herkes bir kalp taşıyor ve bir başkasının kalbine dokunmak istiyor. Çünkü bu ona iyi geliyor. Tıpkı benim şu an senin kalbine dokunduğum gibi... Kimileri bu sıcak dokunuşu sözlerle yapıyor. Dolaylı dolambaçlı bin türlü biçimde ifade etmeye çalışıyorlar duygularını. Karmaşık davranışları tek bir hakikate çıkıyor aslında. Sana sorum şu: Babanı seviyor musun?"

"Evet."

"Peki bunu ona söylüyor musun?"

"Tabii ki."

"Nasıl? Hangi kelimelerle?"

"Şey... Seni seviyorum, diyerek."

"Başka bir cümle ekleme gereği hissediyor musun peki?"

"Hayır."

"Sevgini sadece iki kelimeyle açıklaman babanı diğer insanlardan daha az sevdiğini göstermez, tamam mı?"

Cansu'nun ne demek istediğini anlayan turuncu oğlanın yüzü birden aydınlanmıştı. Gülümseyerek kafasını salladı.

Şiir meclisi dağıldığında vakit epey geç olmuş, diğer hanelerdeki ışıklar sönmüştü. Neredeyse sabah ezanı okunmak üzereydi. Yolcular ise nihayet ev sahibiyle baş başa kalabilmişlerdi. Avludaki çiçek saksılarının yanı başında ve parlak yıldızların altında otururken Yusuf da dahil hiçbirinin uykusu yoktu. 

Ziyat ayağa kalkıp bahçe duvarına yöneldi. Sarmaşıkların süslediği yüksek duvardan bir gül koparıp ağır adımlarla geri döndü. Önce babaya sonra da oğluna üzgünce bakarken iç çekti. Hiç hoşlanmadığı malum izahı yapmak üzereydi. Ağzını aralayıp eteğindeki taşları döktüğünde diğerleri de bunu bekliyor gibiydi. "Korkarım ki kendi dünyanıza asla dönemeyeceksiniz," dedi bir çırpıda. Vücudu tekrar ikiye bölünmüştü. Lakin bu kez kopyasıyla senkron hareket ediyordu. "Hiç şaşmaz buraya gelenler hep ölmenin kıyısındaki insanlar oluyor. Siz sanırım "işaretli" diye tanımlıyorsunuz. Sistem onları işaretliyor ve darağacına yollarcasına bu kara parçasına sürüyor. Ne yazık ki akıbetleri hiç değişmiyor, sistemin kurbanları Endülüs'ün semasında dünyaya gözlerini kapatıyor. Gerçek şu ki Endülüs dünyanın en zeki mühendisleri tarafından tasarlanan ilk simüle ülkeydi. Büyük başarılar vadediyordu. Lakin işler ters gitti ve bir anda sistemin çöp kutusu haline geldi."

Kısacık bir müddet sustu. Derin bir nefes alıp göğsünü şişirdi. "Herkesin hazin bir hikayesi var bu simüle topraklarda. Yurdumuza adımını atan insanlar sistemin suçlu veyahut firari kabul ettiği kimselerden oluşuyor. Dediğim gibi çok kısa bir süre sonra da yaşamsal fonksiyonları sona eriyor. Kimine göre sürgün ülkesi, kimine göre ise ölümden önceki son uğrak noktası... Sizi de Endülüs'e yolladıklarına göre onları rahatsız edecek işlere kalkışmış olmalısınız."

"O istisna," dedi Mustafa genç kadını kastederek. "Geri gitme şansı var. Kaf Dağı onu işaretlemedi."

Hakikaten Cansu büsbütün dışarıda duran bir yabancıydı ve olaya sonradan müdahil olmuştu. Düş merkezinde karşılaştığı şefine küçük bir oyun oynamış, beraber seyahat kabinine binmeyi teklif etmişti. Yaptığı şeyden şimdi pişman mıydı peki? Hayır kesinlikle pişman değilim, diye geçirdi kalbinden. Kaf Dağı'nın ve ekseri şirketlerin masum olmadığını uzun zaman önce idrak etmişti zaten.

Lacivert gökte ufacık bir yıldız kayarken gitgide büyüyerek Ziyat'ın evinin bulunduğu istikamete doğru hızla düştü. Işık patlamasına benzer müthiş bir infilak gerçekleşmişti. Kamaşmadan ötürü gözlerini sımsıkı yummak zorunda kalmışlardı. 

Kapalı kapıdan hayalet misali süzülüp içeri giren beyaz hologramlar bir anda avluyu doldurdu. Oluşturdukları çemberin tam ortasında seyahat kabini belirmişti.

"Bu kurtarma ekibi," diye mırıldandı Mustafa oturduğu yerden doğrulurken. Beyaz saçlı sarı gözlü hologramlara dostça olmayan keskin bir bakış attı. "Senin için geldiler Cansu. Gitme vakti."

Boğazı düğümlendi kadının. Yutkunamadı. "Yusuf... Mustafa... Sizi bırakamam burada. Hayır, ben hiçbir yere gitmek istemiyorum."

"Ne yazık ki seçme şansın yok. Zihin merkezinde seyahat etmek için diğer herkes gibi yıllar önce bir kontrat imzaladın. Orada yazan maddelere göre Kaf Dağı acil durumlarda beynin üzerinde tasarruf hakkına sahip. Ve şu anki acil durumda kararları bizatihi onlar veriyor."

"Yine de bir şeyler yapabiliriz. Haksız mıyım Ziyat? Sen şirketle ilgili birçok gizli bilgiye sahipsin. Eminim bana yardım edebilirsin."

Yapamayacağını belli edercesine başını mahcubiyetle eğdi adam, gözlerini ondan kaçırdı. Kopyasıyla az evvel bütünleşmişti.

Kızın sorusuna yine Mustafa cevap verdi. "Yapamayız Cansu. Bedenlerimiz bile gerçek değil. Buradaki her şey simüle. Bedenlerimiz onların elinde, ilaç altında uyutuyorlar. Tayin ettikleri saatte öldürecekler bizi. Ama senin için böyle bir şey geçerli değil. Gitmelisin."

 "Ne olur yanınızda kalmama izin verin!" Beton Bey'i dinlemek istemiyordu. Ne var ki ayakları isteğinin dışında hareket ediyor, görevli hologramlara doğru ilerliyordu. Bacaklarına karşı umutsuzca mücadele etti, kollarıyla bir yere tutunmaya çalıştı, debelendi durdu. Mücadelesi boşunaydı. Kabinin kapısı aralanırken başını çevirip arkada bıraktığı dostlarına son kez baktı. Cansu kolay kolay ağlamazdı. Oysa şu an gözleri iri yaşlarla dolmuştu.

"Son bir ricam var. Hikayemizi yazmanı istiyorum senden Nevcihan," dedi Mustafa. Dudaklarını iki yandan kıvırıp gülümsedi. Beton Bey'i ilk kez mütebessim bir çehreyle görüyordu. 

Otomatik kapı sertçe kapanmadan evvel adamın "Seni seviyorum," dediğini duydu. Duyduğunu sandı. Emin değildi Cansu.


***

Bu da böyle bir öyküydü. Okuduğunuz için teşekkür ederim. :)
Önceki Bölüm

Yorumlar

  1. Emeğinize sağlık çok güzel bir öyküydü. Devamı gelecek mi acaba?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Maalesef, iki bölümlük kısa bir hikayeydi.

      Sil

Yorum Gönder

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *