İntaş

 


Ve desen ki göğe çıkmak mümkün mü?
Evet derim, merdivenin yerini biliyorum

İbn Hazm

Kadın ucuz bir marketten ucuz bir pasta aldı. Çikolatalı yazıyordu plastik kapağın üstünde. "Kokolin," diye mırıldandı. Margarin ve kakao tozu. Elinde tuttuğu şey kesinlikle çikolatalı değildi. Hüzünle iç geçirdi. Pasta bile ona yalan söylüyordu. Yine de satın alma arzusundan vazgeçmedi. Kasaya doğru ilerledi. Tanıdık bir sima... Markette yarı zamanlı çalışan öğrenci kıza gülümsedi ve poşet istemediğini belirtti. Kokolinli pastayı bez çantasına koyup dışarı çıktı. İkindinin son demleriydi. Birazdan akşam ezanı okunurdu. Yolda ağır ağır yürürken ıslak havayı ciğerlerine çekti.

Adam, İlhami Pastanesi'nin cam kapısını boştaki eliyle itip sokağa adımını attı. Hava yağmurlu, zemin ıslaktı. Parmakları pastanenin isminin yazılı olduğu beyaz poşeti sarıyordu. Kız kardeşinin evine davetliydi bu akşam. Ona en sevdiği pastayı almıştı: çikolatalı. Gri atkısını yukarı çekiştirip burnunu soğuktan korumaya çalıştı. Sırtındaki siyah kaban adamın cüssesini pek heybetli gösteriyordu. İşlek sokağı tüketip caddeye ulaştığında karşıya geçmek üzere yeşil ışığın yanmasını bekledi.

Kadın caddedeki araçlara gözlerini dikti. İnsanlar evlerine ulaşmak için telaş halindeydi. Kendisi ise telaşsız bir şekilde beklemeye koyuldu, arabalar için kırmızı ışığın yanmasını. Nihayet kalabalık, karşıdan karşıya geçmek için kıpırdandığında o da bacaklarını hareket ettirdi. İnsanlarla gözlerinin buluşmasından hoşlanmazdı zira bunu bir çeşit hırsızlık olarak düşünürdü. Birileri onun gözlerinin içine bakınca yüreğindeki mahrem sırları çalıyormuş gibi gelirdi. Caddenin tam ortasına ulaşırken başını kaldırdı. Hiç istemediği halde gri atkılı bir adamla göz göze geldi. Her şey olağan bir akış içinde gerçekleşmişti. "Güçlü ama merhametli bir adam. Ailesine ve dostlarına sadık," diye düşünürken yabancının gözlerinden kalbine giden yolu çoktan bulmuştu. O esnada zaman donmuştu fakat henüz bunun farkında değildi. Yabancının kalbini okumakla öylesine meşguldü ki aklı başına çok geç geldi.

Adam kalabalığın içinde güçlükle yol alırken başkasının ayağına basmamak için adımlarını dikkatle atıyordu. Aşağıya eğik başını kaldırdığında yorgun ve pek hüzünlü görünen bir kadına değdi gözleri. "Koca şehirde yolunu kaybetmiş yapayalnız bir ruh," diye aklından geçirdi. Yüreğini tuhaf bir his sarmaya başladı. Acımak denmezdi buna. Hayır kesinlikle acımıyordu kadına. Kaynağını bilmediği bir ünsiyet idi belki.

Gerçek şu ki zaman hakiki manada donmuştu. Koca şehrin gürültüsü bir anda kesilmiş, kuşlar havada asılı kalmıştı. Sanki bütün dünya eski bir televizyon kutusuna tıkılmıştı ve sanki gizli bir el kumandaya basıp da filmi durdurmuştu.

"Selam hanımefendi," diyecek oldu atkılı adam.

"Selam," diye karşılık verdi kadın kısık bir mırıltıyla. Sonunda ikisi de zamanın donduğunu idrak etmişti.

Adam çevresine endişeli bir şekilde baktı. "Neler olduğu hakkında bir fikriniz var mı?" dedi. "Yoksa ben mi hayal görüyorum?"

"Şayet bu bir hayalse ikimiz de akli melekelerimizi yitirmiş olmalıyız."

Uzaktan tramvayın sesi duyuldu. Metal kütle, rayların üzerinde gürültüyle kayıyordu. Tren yaklaşınca gördüler ki içi bomboştu. Dijital ekranda ışıklı harflerle "servis dışı" yazıyordu. İki yolcu bir çeşit sevkitabii ile ıssız tramvaya bindi. Karşılıklı koltuklara oturdular. Ve böylelikle dünya üzerindeki son yolculuklarına niyet ettiler. Esasen bunca donuk madde arasında akışkan ruhları zapt etmek çok güçtür.

Semtleri ve şehirleri aştılar. Sonra ülkelerden geçtiler, kıtaları dolaştılar. Okyanusta balıklar gibi yüzen ruhları müşahede etiller. Donmuş gezegenin sessizlik şarkısını dinlediler beraber. Kokolinli pastanın bulunduğu bez çantayı kucağına almıştı kadın. Neden sonra gözlerini penceredeki manzaradan çekti ve temkinli bir şekilde erkeğin suratına baktı. Gözlerine değil ama. Çenesine, burnuna ve dahi alnına. Lakin odağına asla o tehlikeli varsaydığı gözleri almadı.

"Adım Firuze," dedi kadın düz bir sesle. Mühürlü ağzını nihayet aralamıştı. "Sanırım yolculuk tahminimizden uzun sürecek. Düşünüyorum ki birlikte yola çıktıysak en azından isimlerimizi bilmeye hakkımız var."

Diller çözülünce öteki yolcu da adını paylaştı. Servet, dedi. Eskiden insanlar isimlerini mahrem kabul edermiş. Dışarıya çıktıklarında birbirlerini başka adlarla çağırırlarmış ki yabancılar gerçeğini bilmesin. Ancak şu an dünya donmuş vaziyetteydi. Haliyle tramvaydaki ikilinin böyle bir endişesi yoktu. Meraklı hiçbir insan kulağı onları işitemezdi ne de olsa.

"Bir kadın tanıyorum. Ama yanlış anlamanı istemem ismi Firuze değildi. Kibar ve yumuşak huylu biriydi. İnsanların kalbini kırmak en korktuğu şeydi. Çok kereler hakkı yenildi. Biri onunla tartışmaya girdiğinde muhakkak muzaffer çıkardı. Zira kadın söylemek istediklerini asla dile getiremezdi. Ağzından kötü söz çıkmazdı. Sonrasında çok fazla pişmanlık ve kahır çekti. İçinde tuttukları yüzünden elem dolu bir hayatı oldu."

Adam, Firuze'yi dikkatle dinlerken bakışları nedense kadının çatlamış ellerine takılı kalmıştı. İhtiyar hanımların ellerini andırıyordu. Buruşuk ve kupkuruydu.

"Şey, ellerim deterjana biraz fazla maruz kalıyor. Gerçi bu şehrin havasına da pek alışamadım. Kullandığım nemlendiriciler bile fayda etmiyor," diye hızlıca açıklama yaptı Firuze. Ellerinin izlendiğini fark edince rahatsız olmuştu.

Servet, kadına önceden nerede yaşadığını sormak istedi. Niçin onu kabul etmeyen ve tenini kurutan bir şehirde kalmaya devam ettiğini bilmek istedi. Allah şahit çok şey sormayı murat etti fakat öyle bir konumda olmadığının idrakindeydi. Farklı ağızlarda söylenen iki ayrı türküydüler. Dilleri başka tınıları başkaydı.

"Ben de bir adam tanıyorum ki bilmeni isterim ismi Servet değildi. Çevresindeki bütün eşyaları olduğundan çok daha büyük hatta devasa boyutlarda görüyordu. Saç telinden yapılmış minicik bir halkadan bu dev eşyaların geçtiğini hayal edince içini büyük bir korku sarıyor ve oracıkta bayılıyordu. Lise ve üniversite tahsili boyunca uykuda olan hastalığı ömrünün en verimli çağında tekrar hortladı. İş arkadaşlarını orantısız suratlı devler gibi görürken kimi zaman gözünün önündeki insanlar karınca kadar küçülüyordu. Akrabaları adama cinlerin musallat olduğunu düşündü. Ahbapları ve dostları ondan uzaklaşmaya başladı. En zor günlerinde baktı ki yanında bir tek ailesi kalmış."

Firuze, karşısında oturan adamın yüreğini okumaktan yorulduğu için gözlerini "İlhami Pastanesi" yazılı poşete çevirmişti. Tanık olduğu kederli manzaralar ona pek ağır gelmişti. Adamın gözlerinden kalbine giden yolu bir kere öğrenmişti ya bir hırsız gibi o etten eve girip çıkıyordu.

"Bahsettiğin adam şimdi karşımda oturuyor olsaydı beni nasıl görürdü acaba? Onun gözünde karınca mıyım yoksa dev mi?"

"Normal görürdü," diye yanıtladı Servet. Gergin yüz çizgileri hızla gevşemişti. "Uzun zaman sonra nihayet normal boyutlarda birine rastladığı için sevinirdi hatta."

Dünya aslında yuvarlak değil bilakis düz bir tepsi şeklindeydi. Günlerce yollarda akan tramvay nihayet dünyanın sonuna gelmişti. Üzerindeki "servis dışı" yazısı hâlâ yanmaya devam ederken vagonlar kusarcasına çalkalandı. Tren kadın ve erkeği uzaya fırlattı. Boşlukta nefessiz kalacaklarını zannetmişlerdi. Lakin uzayda oksijenin bulunmadığı büyük bir yalandı. Her soluklarında burun deliklerine kaliteli bir hava doluyordu. Ciğerleri güzelce çalışıyor, iç organları gerekli yakıtı almayı sürdürüyordu.

Kötü bir kazaya sebep olmamak için hiçbir gezegenin yörüngesine girmemeye çalıştılar. Buna rağmen az kalsın kendini bilmez bir göktaşı tarafından eziliyorlardı.

"Ne yapacağız burada? Ne kadar daha dayanabiliriz?" diye konuştu Servet. Aç, susuz ve yorgundu. Hakikaten ikisi de perişan bir haldeydiler.

"Şimdilik açlığımıza bir çare bulabiliriz. İkimizin de pastası var," derken adamın elindeki pastane poşetini işaret etti. "Ama önce en güzel olanı yiyelim derim."

"Hayır," diye karşı çıktı Servet. Kaşları korkutucu bir şekilde çatılmıştı. Sanki ondan canını vermesini istedim, diye homurdandı kadın. Yine de önerisini nazikçe tekrarladı. Ancak adam ziyadesiyle kararlıydı. Onu ikna etmek ne mümkün! Firuze en sonunda çileden çıktı. "İnat etmemelisin. Ölüler pasta yiyemez!" dedi keskin bir sesle.

"Kız kardeşim ölü değil."

Genç kadın tramvaydaki hırsızlığının açığa çıkmasını istemediğinden çikolatalı pastadan vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece ortalık duruldu. Adam bilseydi ki kalbindeki bütün sırların Firuze tarafından çalındığını hiç kuşkusuz çekip gider, kadınla arasına en az on ışık yılı mesafe koyardı.

"Peki sence biz sağ mıyız?"

"Evet."

"İşte bu yüzden," derken belli belirsiz gülümsedi Firuze, "gözlerine o kadar güvenmemelisin."

"En azından sen pasta yemek istediğine göre sağsın. Az önce ölülerin pasta yiyemeyeceğini söyledin."

Ufak bir gezegenin gölgesi altında yaşlı bir satıcının elma sattığını görünce tartışmayı kestiler. Yol üstünde böyle küçük tezgahlara sıkça rastlamak mümkündü. Gölgelik alana yaklaşırken fark ettiler ki satıcının tablasında bulunan elmaların hepsi çürüktü. Buna rağmen dünyadaki ortalama fiyattan katbekat daha pahalıydı uzayın meyveleri.

"Elinde sadece bunlar mı var?" diye sordu genç adam. "Bozulmamış bir elma yok mu?"

Satıcı mağrur bir edayla çürük malını övmeye başladı. "Elmalarımın alıcısı çoktur. Üstelik bu fiyata hiçbir yerde bulamazsınız. Kaçırmayın derim size."

Firuze ve Servet'in yüzüne hoşnutsuz bir ifade oturmuştu. Elmacı çok geçmeden yabancıların alıcı olmadıklarını kavradı. Yufka yüreği onları eli boş göndermeye müsaade etmedi. Tezgâhın altından kâğıt bir kese çıkardı. "Elimde şunlardan var. Kimse almadığı için çöpe gidecekti. Demek ki size nasipmiş."

Kadın Servet'ten önce davranıp elini uzattı ve keseyi şipşak aldı. İçinde kırmızının en diri ve parlak renginde harika elmalar vardı. "Bunları gerçekten bize mi veriyorsun?" dedi inanamayarak.

"Yemeyiz diyorsanız atın gitsin."

Firuze hemen bez çantasına koydu keseyi. "Hayır olur mu öyle şey!" diye karşı çıktı. "Yeriz tabii. İkimiz de çok açız. Uzayda böyle taze elmalardan daha güzel bir nimet mi bulacağız!"

İşittiği son sözlerden sonra hallerine pek bir acıdı satıcı. "Bırakın elmayı melmayı. Yakınlarda bir düğün var. Oraya giderseniz karnınızı güzelce doyurabilirsiniz. Düğün yemekleri hep lezzetli olur," dedi babacan bir edayla. Cebinden yeşil bir tohum çıkardı ve "Yaklaşın bana," diye ellini salladı. Avucundaki tohumu gençlerin yüzüne doğru tuttu. "İçeriye girdiniz mi düğün yerini bulmanız çok kolay. Kime sorsanız gösterirler size."

Az sonra ikili kendilerini tohumun içinde buldu. Ya onlar mikrop kadar küçülmüştü ya da tohum büyümüştü de içinde koca kâinatı taşıdığı aşikâr olmuştu. Uzay içinde bir başka uzaydı bu herhalde. Tıpkı satıcının bahsettiği gibi kibar birkaç genç onlara törenin yerini gösterdi. Şansları varmış ki davetiyesiz içeri girmeyi başardılar. Boş midelerini doldurmak için hemen yiyecek namına bir şey aradılar. Nereye baktılarsa bir lokmacık olsun nimet bulamadılar. Herhalde seremoninin sonuna doğru dağıtıyorlardı yemeği. Elma satıcısının sözlerine güvenmekten başka çareleri yoktu. Bu sebepten ziyafet saatini beklemeye koyuldular.

Gerçek şu ki Firuze ve Servet saydam tenli, soluk yüzlü tohum ahalisi arasında epey dikkat çekiyordu. Gıybete düşkün konuklar onları işaret edip fısır fısır konuşmaktan hiç çekinmiyordu. İki dünyalı salona girmeden evvel gölde boğulmuş aşık bir adamdan bahsediyorlardı oysa. Herkesin dilinde dolanan meşhur bir olaydı bu. Üzerinden haftalar geçmesine rağmen hâlâ ününü koruyordu.

Farklı bir adeti bulunuyordu tohum halkının. Gelinle evlenecek adamı düğün günü seçiyorlardı. Gelin hanım, damadını seremoniye katılanlar arasında arıyor ve en nihayetinde beğendiğini alıyordu. Firuze göğüs kafesinin üzerinde bir ağırlık hissetti. Biraz sonra yaşanacakları sezmişti sanki.

Gelinin saçları gümüşi bir renkteydi. Kar beyazı tenine rağmen bakışları çok dikkat çekiciydi. Gözleri sürmeli ve kapkaraydı. Kötü niyetli bir kimse onu gördüğünde rahatlıkla büyücü veya cadı sanabilirdi. Firuze kötü niyetli bir insan değildi fakat buna rağmen gelinden hiç hoşlanmamıştı. Kadının ürkünç gözleri tıpkı diğer konuklar gibi onların üzerinde geziniyordu. Avına odaklanmış bir anakondadan farksızdı. Firuze'nin sırtından soğuk terler aktı. Çevresindeki kadınların şerrinden habersiz olan Servet ise çikolatalı pastasını yol arkadaşına yedirmemek için kafasında türlü planlar kurmakla meşguldü.

Gümüş saçlı gelin, sarmaşıklarla süslenmiş tahtından kalkıp asker gibi dizilmiş nedimelerine gür bir sedayla emir verdi. Konuştuğu dil boğaz harflerinin ağırlıkta olduğu bir tohum lisanıydı ama Firuze onun ne emrettiğini pek iyi anlamıştı. Korktuğu başına geliyordu işte. Elleri kınalı kızlar Servet'in dört bir yanını sardılar ve adamı alıp götürdüler. An itibariyle damat seçilmiş bulunmaktaydı.

Konuklardan sevinçli bir alkış tufanı koptu. Besbelli ki hepsi de damadı beğenmişti. Servet o kadınla evlenmektense Süreyya yıldızından daha uzağa kaçmayı tercih ederdi. Ancak hakiki niyetini bir türlü dile getiremedi. Ona beyaz bir damatlık giydirildi. Kumaşın kalitelisinden anlayan her göz bu takım elbisenin ne kadar pahalı olduğunu hemen bilirdi. Maharetli bir berberin usturasıyla adamın saçı ve sakalı düzeltildi.

Yemek servisinin yapılmayacağından şüphelenmeye başlamıştı Firuze. Tohum halkının cimriliklerine diyecek yoktu doğrusu! Pirinç pilavının yanına azıcık et koyup dağıtmak zor bir şey değildi. Sarı örtüler serilmiş masalardan birine oturdu ve bez çantasından kokolinli pastasını çıkardı. Yanından eksik etmediği plastik çatallardan birini parmakları arasına yerleştirdi, sakince pastasını yemeye başladı. Açken doğru düzgün düşünemiyordu bu yüzden öncelikle beyni için gerekli olan glikozu almalıydı.

Dört porsiyonluk tatlının yarısını bitirince sırtını sandalyenin arkasına yaslayarak zihnini kurcaladı. Kelimenin tek anlamıyla satıcının cebinde mahsur kalmıştı. Özgürlüğüne kavuşmanın bir yolu vardı. Tohumun filizlenmesi lazımdı. Bunun için yangın ve aynı zamanda sel baskını olması kaçınılmazdı. Gerekli sıcaklık ve nemde her tohum yeşerirdi, öyle değil mi? Burada yaşayan halk meydana gelecek olayları felaket olarak tanımlayacaktı hiç şüphesiz.

Düğünden birkaç gün sonra başkentteki aktif yanardağ patladı ve bütün şehirler lavlar altında kaldı. Ertesi gün deniz bakanlığındaki önemli memurlar görevine devam edemediği için deniz tabanındaki mahkumlar firar etti. Şehirler bu kez sular altında kaldı. Felaket üstüne felaket yaşayan tohum yeni muştularla kök saldı, çimlendi ve yemyeşil başını çıkarıp filizlendi.

Servet tohumdan sağ çıkmayı başaran sayılı kimselerden biriydi. Ne yazık ki çiçeği burnunda damadımız dul kalmıştı. Üstelik çok iyi bir şekilde muhafaza ettiği çikolatalı pastasını da yitirmişti. Elma satıcısı ona babacan tavrıyla selam verdi ve düğün yemeklerinin nasıl olduğunu sordu. Genç adam satıcıya duyduğu öfkeden ötürü tek laf etmedi, derhal o gölgelik alanı terk etti. Firuze'yi düğünden sonra hiç görmemişti.

Aylar sonra tohum halkının başına gelenleri başka ağızlardan işitti. Sosyete çevresinde ve uzay balolarında çok konuşuluyordu bu ibretlik mesele. Dediklerine göre patlamadan evvel yanardağın etrafında bir kadın dolanıyormuş. Bire bin katmayı severdi dedikoducular. Kimin yalan kimin doğru konuştuğunu ayırt etmek epey güçtü. İşin aslını hiç kimse öğrenemedi. Tohumun çimlenmesi tuhaf vakıalardan biri olarak tarihin sayfalarına yazıldı.


Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *