Göğe Bakmak Yasak-2

 



2. Bölüm

Bergamotunun ferah kokusunu içine çekti yaşlı kadın. Güzel kokular insanoğluna bahşedilmiş en büyük nimetlerdendi esasında. Kötü kokan her şeyden tiksinir hatta uzaktan görmeye bile katlanamazdı. Eh, çamaşırhane gibi mümtaz bir kurumu ancak titiz mizaçlı biri yönetebilirdi zaten. Yakut Hanım siyah çayına iki şeker katıp karıştırırken konuğuna göz ucuyla soğuk bir bakış attı. Sonra kasnağına eğilip nakış işlemeye devam etti. Kiraz ağacından yapılmış cilalı büfenin üstündeki gramofondan hoş bir musiki kulaklarını okşuyordu.

Akşam oldu hüzünlendim ben yine. Hasret kaldım gözlerinin rengine. Gel mehtabım, gel sevgilim, gel yine...

"Erken yaşta vefat eden bir arkadaşım vardı," dedi sakince. "Evrak temize çekme işiyle uğraşıyordu. Önüne bir yazı konuldu mu neredeyse her yerine virgül işareti koyarak yazıyı telef ederdi. Sanki olur olmaz her cümleye virgül ekleyince metnin edebi niteliği artıyordu. Böyle tuhaf bir alışkanlığı vardı işte."

Terzi Nurgül, sarf edilen sözlerdeki gayeyi anlamadığı halde başını hızlı hızlı salladı. Çamaşırhanenin huysuz sahibiyle karşılıklı oturup çay içtiğine hâlâ inanamıyordu. Üstelik bu yer pek saygıdeğer hanımefendinin şık döşeli salonuydu. Kasabadaki en eski yapılardan olan ahşap konağa davet edilmek herkese nasip olmazdı. Ne ki uzun zamandır Yakut Hanım'dan sipariş almadığı için endişelenmeye başlamıştı. Mesleki saygınlığının en büyük müessiriyle arasına soğukluk girmesinden nasıl da korkmuştu. Şükürler olsun ki sabah hanımefendinin evine çağrıldığını öğrenmiş, bu şen haberle beraber bütün tasaları uçup gitmişti.

Yakaladığı eşsiz fırsatı kaçırmamak için hararetle konuşmaya başladı Nurgül. Yeni diktiği son moda kıyafetleri velinimetinin beğenisine sundu bir bir. Tasarımlarının nasıl rağbet gördüğünden dem vurdu. Belediye başkanının dul ablası ve diğer varsıl hısımları bayılıyormuş diktiklerine. Ah nice zengin müşterileri varmış da hiçbiri Yakut Hanım kadar zevk sahibi değilmiş. Sosyetede rüküş giyinen öyle kimseler tanıyormuş ki halleri cidden içler acısıymış.

Yazık ki yaşlı kadın hayli ilgisizce dinliyordu terziyi. Nihayetinde lakırdılardan sıkılınca kasnağını kenara bıraktı ve burnunun ucundaki gözlüğü çıkardı. Kendisine gösterilen bütün elbiseleri alaylı bir şekilde süzdü.

"İşte bu yüzden o arkadaşıma çok benzetiyorum seni Nurgül. Kumaşı kalitesizse elbiselerine fazladan boncuk ve desen dikerek onların değerini arttıramazsın. Bilmem anlatabiliyor muyum?"

Terzi kızardı. Kalın dudaklarını sıkıca birbirine bastırırken bu kez karşı tarafın kastını çok iyi anlamıştı. "Bir dahaki sefere size layık elbiseler tasarlayacağıma emin olabilirsiniz hanımım," dedi mahcubiyetle. Aralarında rahatsız edici bir sessizlik vuku buldu. Yakut Hanım daha konforlu bir oturuşa geçip arkasına yaslanmıştı. Konuşmuyordu, yalnızca sıcak çayını aheste aheste yudumluyordu. Dakikalar geçmek bilmezken Nurgül getirdiği kıyafetleri alelacele toplayıp köşkten ayrılmaya karar verdi. "Ben artık müsaadenizi isteyeyim," diyecek oldu. Lakin yaşlı kadın tek bir el hareketiyle onu durdurdu. Davetindeki asıl maksadı açık etmenin vakti gelmişti.

"Sana bir şey göstermek istiyorum. Burada bekle," deyip salondan kısa süreliğine ayrıldı. Döndüğünde kollarında uzun etekli mavi bir elbise vardı. Göz alıcı kumaşı genişçe açarak kanepenin üzerine yaydı.

Nurgül dehşetle ayağa fırladı. "Efendim! Yoksa bu..." diye ünledi fakat hayretinden ötürü sözlerine devam edemedi.

Yakut Hanım onu onaylarcasına başını salladı. "Kumaş zevkin ne kadar kötü olsa da gözlerinin keskinliğine her daim güvenirim. Aynen düşündüğün gibi Nurgül. Bu kesinlikle o füsunlu elbise."

Terzi adeta büyülenmişti. İçinde heyecanlı bir çocuk hoplayıp zıplıyordu sanki. Gelgelelim salondaki iki kadının arasındaki tuhaf ilişkinin iç yüzüne. Hiç kimselerin bilmediği bir hakikat vardı: Hem Nurgül hem de çamaşırhanenin ihtiyar sahibi kabarık etekli kadınlardan oluşan gizli bir cemiyete mensuptu. Atalarının içine düştüğü kukla oyunundan çıkamayacaklarını anladıklarında sahte dünyada kazasız belasız yaşamanın yolunu yordamını araştırmış ve dişe dokunur çareler bulmuşlardı.

Az sonra ahşap köşke Lerzan'la birlikte bir misafir daha teşrif etti. Uzun, bordo ve tabii ki kabarık etekli bir kadındı gelen. Cemiyetin genel sekreteriydi. Çıkık yüz kemikleri sıra dışıydı doğrusu. Apaçık bir şekilde sıçanlara benziyordu. Hizmetçi kızın dolabından çıkan elbise mevzusundan bittabi onun da haberi vardı.

Yakut Hanım mutmain bir şekilde iç çekti ve salondaki kabarık etekli kadınlara müjdeli haberi verdi. "Sonunda Cavit'le evlenecek kızı buldum hanımlar. Şu topraklarda ondan daha münasip bir aday olamazdı zaten."

Ancak Lerzan ablasıyla aynı düşünceleri paylaşmıyordu. İçten içe biricik yeğenini sevgili kocasının akrabalarından biriyle evlendirme hayalleri kuruyordu. Kollarını göğsünde bağlarken hırçın bir ifadeye bürünmüştü. Ne zamandır dilinin altında sakladığı baklayı dışarı çıkardı. "Bir sorunumuz var ablacığım. Hizmetçi kız dün villadan kaçtı. Peşine en yetenekli adamlarımı takmış olmama rağmen izine rastlayamadık."

***

Sıradan bulutlu bir gün. Gazete manşetleri olabildiğine sıkıcı, gök bekçileri ise her zamanki gibi huysuz ve somurtkandı. Hafta sonu olması sebebiyle çamaşırhanede uzun mu uzun kuyruklar mevcutken bu haddinden fazla kalabalığın arasında hayatta kalıp çamaşırlarını yıkatabilen vatandaşlar safiyane mutluydu. Çalışan kızlar işleri yetiştirmeye çalışadursun Yakut Hanım sabah saatlerinde faytona atlamış, kabarık etekli kadınlardan müteşekkil örgüt toplantısına gitmek üzere yola çıkmıştı. Üzerinde kafa patlatılacak mühim bir mevzu vardı gündemlerinde.

Esasen o saatlerde çok yakınlarda bir başka topluluğun buluşması gerçekleşiyordu. Çamaşırhanenin karşı tepesindeki dev rüzgargülünün metrelerce altında gizli hücrelerin varlığını neredeyse kimse bilmiyordu. Birkaç yıl önce kukla oyunundan çıkmayı arzu eden gençler farklı vesilelerle bir araya gelmişti. Kendilerine Rüzgargülü Topluluğu şeklinde bir isim bile koymuşlardı. Bugün yine yer altındaki çapraşık geçitlerde simyacılar gibi harıl harıl çalışıyorlardı. Yapılacak bir dünya dolusu iş birikmişti. Yoğun geçen haftaların ardından özel yazışmalarda kullanmak üzere farklı türde kâğıtlar üretmek için nihayet uygun bir vakit yakalamışlardı. Ne yazık ki son zamanlarda planları istedikleri seyirde gitmiyordu. En çok da talihsiz Münire aksiliklere duçar olmuştu. 

Cavit çalıştığı puslu köşede düşüncelere dalmışken elindeki sivri çakıyla nemli dalların kabuğunu otomatik bir hızda soyuyordu. Neden sonra başını kaldırıp görev arkadaşına seslendi.

"Münire, şu an pek yeri değil ama sana bir şey sormak istiyorum." 

Ateşin üstündeki kâğıt hamurunu karıştırmayı sürdüren kız tek kaşını kaldırdı. Bu kez kulaklarının ne kadar tuhaf bir şey işiteceğini merak ediyordu. Kendini her türlü saçmalığa hazırlayıp adamın konuşması için gözleriyle işaret yaptı.

"Benim gibi biriyle evlenmek ister miydin?" diye sordu Cavit kararsız ve çekingen bir tavırla.

"Elbette hayır."

"Ah!" dedi adam rahatlayarak. "Ben de öyle düşünmüştüm. Kesinlikle birbirimize uygun değiliz."

Dev kazanın içindeki tahta kaşığın hareketi birkaç saniyeliğine sekteye uğradı. Münire durgunlaşmıştı. "Katılıyorum sana," dedi usulca.

"Hem zaten annem de evlenmemi pek istemiyor. Seni gelin diye ona götürürsem eğer ikimiz de çamaşırhaneden sağ çıkamayız. Teyzemin ardından ailenin yüz karası olarak bakıyor bana."

Adamın son sözlerine epey alındı Münire. "Ne demeye çalışıyorsun Cavit?" dedi. "Yani ben o kadar sevimsiz bir kız mıyım?"

"Hayır! Hayır tabii ki değilsin! Onu kastetmedim."

"Peki ya neyi kastettin? Bana açıklayabilir misin?"

"Hey, çifte kumrular sakin olun! Daha nikahlanmadan karı koca gibi tartışmaya başladınız. Tasalanmayın aşkınızın gücüne kimsecikler karşı koyamaz." Kağıt yapma işleminin üçüncü elemanı ise iri yapılı Şükrü'ydü.

"Ne aşkı ya?" diye aynı anda kaşlarını çattı Cavit ile Münire. Muzip bir karaktere sahip olan Şükrü bıyık altından gülüyordu. Diğer yandan kalıplardaki kurumuş hamurları çıkarıyor, taşla ezip yüzeylerini iyice düzleştiriyordu.

"Neyse bırakalım bu meseleyi de işimize odaklanalım gençler. Zeytin yağından bahsediyorduk en son. Belediye başkanı, Behçet'in adamlarına satış izni vermiş diye duydum. Şimdi şehrin çoğu pazarını ele geçirmiş vaziyetteler. Siyah tenekelerde sızma zeytinyağı satıyorlar."

"Evet biliyorum. Namları çoktan kulağıma ulaştı," dedi Cavit ve Şükrü'nün düzleştirdiği en son kağıdı göz ucuyla inceledi.

"Bunlar tehlikeli adamlar. Zeytinyağı kaçakçılığında bölgedeki en güçlü kimseler. Belediye başkanını da kendi saflarına çekmeleri bizim için çok kötü oldu. Onlardan habersiz zeytin ağaçlarının tek bir dalına bile dokunamaz artık insanlar."

Hükümetin göğe bakma yasağının en büyük destekçisi eli silahlı cebi paralı bu kaçakçılardı. Ekonomiyi ellerinde tutuyorlardı. Hatta belediye başkanının nişanlısı, zeytinyağı imparatoru sayılan Behçet Çelikoğlu'nun en küçük kızıydı. Behçet Bey geçen aylarda zeytinyağı üretimine yeltenen birkaç girişimciyi tehdit etmiş, bununla yetinmeyip on iki dönümlük bir tarlayı yakma emri vermişti adamlarına.

Kukla oyunundan halkın haberdar olmasını istemeyen devlet ricali elinden geleni ardına koymuyordu. Hal böyleyken Rüzgargülü mensupları gittikçe köşeye sıkışmıştı.

Sonraki gün rütbeli bir asker göğe düşkün bu küçük örgütü ziyaret etti. Geniş alınlı zeki bir adamdı Ekrem ve ordudaki ajanlardan biriydi. Ayrıca parlamentodaki önemli bir siyasetçinin damadıydı. Kukla oyunu hakkında Cavit kadar bilgiliydi. Tıpkı diğerleri gibi sahte dünyadan çıkış yolunu arıyordu o da.

"Neden bu kadar geciktin? İki gün önce gelmeni bekliyorduk," diyerek sitemde bulundu Şükrü.

"Üstlerimin şüphelendiremezdim. Rütbemi söküp kulaklarıma küpe olarak takmalarını mı istiyorsunuz?"

Askerin korkaklığı Cavit'i içten içe öfkelendiriyordu. Dilini tutamayarak lafa girdi en sonunda. "Eski dünyada Bağdatlı meşhur bir alim varmış. Hedefine ulaşmak için çaba göstermeyen kimselere yönelik; ademoğlunun göklere yükselebilmesi mümkün olsaydı yeryüzünde kalmakla yetinmeyi ben kusurların en çirkini olarak görürdüm, dermiş."

"Doğru söze ne hacet," diye mırıldandı Münire. Cesaret ve azim konusunda ekip arkadaşıyla benzer düşüncelere sahipti. Hem ilk günden beri Ekrem'e bir türlü kanı ısınmamıştı. Şükrü, askerin dürüstlüğüne dair böylesine emin olmasa asla dönüp de şu korkak adamla ortak iş yapmazdı.

Askerden topladıkları malumatları hemen değerlendirdiler. Son gelişmelere göre Behçet Çelikoğlu yanına en güvenilir adamlarını alarak şehir dışına çıkmıştı. Öyle anlaşılıyor ki bir başka zeytinliği yakma niyetindeydi. Aslında bu kaçırılmayacak bir fırsattı gençler için. Patronun yokluğundan yararlanmalıydılar. Rüzgargülü örgütünün üyeleri kafa kafaya verirken gece yarısı zeytinyağı fabrikasına girmeyi kararlaştırdılar. Neyse ki içeride onların lehine çalışan genç bir işçi vardı. Güneş batmadan yola çıkarlarsa belki şehre vaktinde varabilirlerdi.

Beş altı kişilik minik bir ekip atlara binip yeşil ovada şimşek gibi ilerledi. Yolculuğun üzerinden iki saat geçmişti ki tarihi surların girişinde meczup bir kadına rastladılar. Zavallıcık avaz avaz ağladığından orada durmak zorunda kalmışlardı. Uzun kızıl saçları vardı kadının. Örgüsü yeni açılmış gibi kıvır kıvırdı. Çilli beyaz yüzüne bakınca kuzeyden geldiğini düşünebilirdiniz. Niçin ağlıyorsun, diye sordular.

"Çünkü çok güzelim," derken hıçkırdı. "Güzel olduğum için beni öldürmek istiyorlar."

Münire işittiklerine inanamayarak gözlerini kırpıştırdı. Şakaydı değil mi? Kızıl saçlı kadının ağzından çıkan sözler gerçek olamazdı.

"Herkes güzel olmak için suratına yüz çeşit boya sürüyor, sen ise kendini beğenmiyorsun."

Cavit Münire'ye ters bir bakış atıp sessiz olmasını fısıldadı. Onu görmezden gelerek omuz silkti genç kız.

"Kim bu seni öldürmek isteyenler bacım?" diye merakla sordu Şükrü.

Muhatabı cevap vermek yerine hüzünle iç geçirdi ve gözyaşlarını akıtmaya devam ederek buruk bir ninni söyledi.

Doğu ve batı arasında

Zaman ve mekan arasında

İki siyah göz arasında

Yavrumu sakladım

Seslerden uzakta

Kokulardan uzakta

Canavarlardan uzakta

Yavrumu uyuttum

Başını bulutlarla

Ayağını toprakla

Kollarını denizle

Saçlarını sonbaharla

Örttüm

Yer ve gök arasında

Yavrumu sakladım

"Eski dünya dedikleri yerde uzun seneler önce çok güzel bir kadın yaşarmış. Her gece küçük kızını bu ninniyi söyleyerek uyuturmuş. Ama tıpkı benim gibi onu da öldürmek isteyenler varmış. Hep de böyledir, güzellerin düşmanı çok olur. Ninniyi son kez söylediğinde elemli bir veda anındaymış. Annesine sıkıca sarılmış çocuk. Ondan ayrılmak istemiyormuş. Kim ister ki sevdiğini yitirmeyi? Ninni bitince annesinin bedeni yok olmuş. Küçük kızın kolları arasında yalnızca sahibinin mavi elbisesi kalmış."


2. Bölümün Sonu


Önceki Bölüm Sonraki Bölüm

Yorumlar

Perilere İnanma

Perilere İnan (2. Kitap)

Popüler Yayınlar

Fotoğrafım
Nyan
Ben bir kaplumbağayım. Evimi çok seviyorum ve onu hep yanımda taşımak istiyorum.

Blogu Takip Edenler

Benimle İletişime Geçmek İçin

Ad

E-posta *

Mesaj *